Taksim Platformunun öncülüğünde bir kentsel kamusal alanın
savunulması için başlatılan mücadele, çok
farklı siyasal ve sivil toplum kesimlerinin dayanışma içinde birlikte hareket
ettikleri, şimdiye kadar Türkiye’de eşi görülmemiş boyutta bir toplumsal direniş
öyküsüne dönüştü. Direnişe destek eylemleri, hızla tüm yurda yayılırken, dünyanın
birçok yerindeki eylemlerle de desteklendi.
Gezi Parkının yayalaştırılması için ağaçların sökülmesi
olarak başlayan müdahele, aslında İstanbulluların yaşamında ve ortak hafızasında yeri olmayan bir
Topçu Kışlasının tarihi canlandırmak adına “icat edilerek” AVM ve rezidanslarla
donatma projesinin ilk aşamasıydı. “Halka hizmet” olarak tanıtılan bu projenin
bir kamusal alanın merkezî hükümetin ve yerel yönetimin birlikte sermaye
çevrelerinin hizmetine sunduğu bir rant projesinden başka bir şey değildi. Her
ne kadar Belediye Başkanı eylemlerin sonucunda geri adım atarak projenin sivil
toplum temsilcileri ile görüşülerek yeniden
değerlendirilebileceğini söylese de, Başbakan “üç beş çapulcu” olarak
nitelendirdiği direnişçilere sormaya niyetinin olmadığını ifade ederek projeyi
icra etme konusunda kararlılığını ortaya koydu.
Böylece Başbakan, kentin yönetiminden sorumlu olan Belediye Başkanının
iradesini de tanımayacağını ilan etti. Seçim sandığında aldığı oyların, yani
“milli iradenin” kendisine bu hakkı verdiğini söyledi. Başbakanın siyasi sözlükte plebisiter diktatörlük olarak tanımlanan demokrasi algısı, kaynaklandığı temsili
demokrasinin nerelere varabileceğini göstermesi açısından epeyce öğreticiydi. Gezi Parkı Direnişi bu zihniyetin artık günümüzde geçerli olmadığını da
çok net olarak ortaya koydu.
Gezi Parkı Direnişinin tüm yurda yayılan bir toplumsal muhalefete
dönüşmesinin altında yatan neden, Başbakanın vadesi dolmuş demokrasi anlayışına dayanarak özellikle son iki yıldır dozunu arttırarak
insanların yaşam alanlarına müdahele etmeye çalışmasının toplumda, özellikle gençlerde yol açtığı haklı öfke
idi. Polisin uyguladığı şiddet, büyük oranda hükümet baskısı altındaki medyanın
da suskun kalarak veya hükümet yanlısı yayınlarla gerçekte olan biteni karartma
çabası öfkenin patlamasına neden oldu. Böylece direniş yerel kamusal alan
savunusunun dışına çıkarak ihlal edilen tüm demokratik hakların savunulmasının
simgesine dönüştü, “her yer Taksim her
yer direniş” oldu.
Bir Kent Hakkı
mücadelesi olarak Gezi Parkı Direnişi
Gaz bulutunun biraz dağıldığı, Taksim Platformunun
taleplerini hükümete bildirmesinin ardından endişeli olmakla birlikte umutlu
bekleyişin devam ettiği bugünlerde artık
şu soru üzerinde konuşmaya başlamamız gerektiğini düşünüyorum. Farklı politik duruşları,
yaşam tarzları olan ülke çapında milyonlarca insanı belki de ilk kez yan yana getiren
bu kıymetli dayanışmayı ortak kazanımla
taçlandırmak için nasıl devam edilmelidir?
Her ne kadar sorunun cevabı, Başbakanın despotik tavrı ile
yol açtığı kitlesel öfke dışavurumu nedeniyle en temel insan hakları bağlamında
aranabilecek olsa da, Gezi Parkı Direnişini uzun zamandır yurdun her tarafında doğanın sermayenin hizmetine sunularak tahrip edilmesine karşı verilen ekoloji mücadelelerinden de ayrı tutamayız. Sorun temelinde yaşam alanlarımızı tahrip eden bu kararlar verilirken oralarda yaşayan halkı tamamen karar sürecinin dışında tutan anti-demokratik merkezi ve yerel yönetim
sistemimizin arızalarından kaynaklandığı
gözden kaçırılmamalıdır. Bu anlamda cevabın direnişin çıkış noktasına bağlı kalarak
“kent hakkı” ve "doğa hakkı" zemininde aranması gerekir.
Zira bu direniş özünde tüm dünyada yürüyen sermaye odaklı kentleşmeye karşı verilen anti-kapitalist mücadelenin bir
örneğidir. Kamusal alanlar sermaye çevrelerinin hizmetinde olan yönetimler
tarafından belirlenen politikalarla gittikçe daralıyor, doğa tahrip ediliyor, kentte
yaşayanların yaşam kalitesi ve kente aidiyet duygusu yok oluyor. Kentlerin
gerçek sahipleri olan kent sakinleri kentsel politikalar belirlenirken devre
dışı bırakılıyor.
Tam bu noktada Henri Lefebvre’ye kulak vermekte yarar
var. Lefebvre, ilk kez 1967’de yayınladığı
ve “Kent Hakkını” tarif ettiği eserini bir çığlık ve talep olarak
tanımlamıştır. 1960’lı yıllarda Paris’te dayatmacı ve sermaye odaklı kentsel
politikalar nedeniyle gündelik yaşamın içine düştüğü varoluş krizinden
kaynaklanan bu çığlık bugün Taksim’den yükselen
çığlıktan farklı değildir.
Lefevbre’e göre kentsel mekana yapılan her müdahele yalnızca
fiziksel değil, toplumsal, ekonomik, politik ve yönetsel sonuçlara yol açar. Yani
mekan politiktir, ideolojiktir, stratejiktir, tasarıdır, üründür, kontrol
merkezidir. Lefebvre, kent hakkını kentsel mekanın kontrolünün sermaye ve
devletten kentte yaşayanlara aktarılması olarak tanımlar. Kent hakkı yalnızca
kentin sağladığını olanaklara erişim hakkını değil, kenti değiştirme hakkını
ifade eder. Böylece kent hakkı, kentlerdeki karar verme mekanizmalarının
çerçevelerini yeniden çizerek, karar vermeyi sadece devlet ile ilişkili
konularla kısıtlamadan, aynı zamanda mekânın üretimiyle ilgili tüm kararları
içerecek şekilde genişletir: ‘Dünyayı değiştirmek için mekânı değiştirmek
gerekir’. Burada “kent sakinleri” olarak belirtilenler, vatandaşlıktan bağımsız
olarak, bir ülkenin vatandaşı olsun olmasın mülteciler gibi toplumsal grupları
da içerecek biçimde kentin tüm yararlanıcılarıdır. Ayrıca kent hakkı bireyselden çok ortak bir haktır çünkü
bu dönüşüm kaçınılmaz olarak kentleşme süreçlerini yeniden şekillendirmek üzere
ortaklaşa bir gücün kullanımına dayanır.
Lefebvre’in açtığı yoldan giden ve günümüzde neoliberal politikaların tüm dünyayı etkisine aldığı ekonomik krizlerin tetiklediği antikapitalist sokak eylemlerinin çözümlemesini yapan David Harvey ise, kentlerimizi ve kendimizi yapma ve yeniden yapma özgürlüğünün en değerli ama aynı zamanda en çok ihmal edilmiş insan haklarımızdan biri olduğunu ileri sürerek, ne tür bir kent istediğimiz sorusunun, ne tür toplumsal bağlar, doğa ile ilişki, yaşam biçimleri, teknolojiler ve arzulanan estetik değerler istediğimiz sorularıyla bağlantılı olduğunu söyler.
Lefebvre’in açtığı yoldan giden ve günümüzde neoliberal politikaların tüm dünyayı etkisine aldığı ekonomik krizlerin tetiklediği antikapitalist sokak eylemlerinin çözümlemesini yapan David Harvey ise, kentlerimizi ve kendimizi yapma ve yeniden yapma özgürlüğünün en değerli ama aynı zamanda en çok ihmal edilmiş insan haklarımızdan biri olduğunu ileri sürerek, ne tür bir kent istediğimiz sorusunun, ne tür toplumsal bağlar, doğa ile ilişki, yaşam biçimleri, teknolojiler ve arzulanan estetik değerler istediğimiz sorularıyla bağlantılı olduğunu söyler.
Uluslararası ve yerel düzlemde yerel haklar
Sermayenin küreselleşmesinin sonucunda dünya genelinde kentsel
ve kırsal yaşamın tahrip edilmesi, buna karşı verilen mücadeleye de küresel bir
nitelik kazandırmıştır. Özellikle Birleşmiş Milletlerin 1992 Rio Konferansı ile başlayan süreçte, doğa ve
kent yaşamının tahrip edilmesini önlemeye yönelik olarak evrensel bir hukuk oluşturulmaya çalışılmaktadır. Kent Hakkı, Doğa Hakkı ile birlikte İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde üçünü kuşak haklar
olarak ifade edilen dayanışma hakları altında yer bulmuştur. Kent hakkı uluslararası
hukukta henüz “kenti değiştirme hakkı” anlamından uzak olmakla birlikte bu yolda
mücadele devam etmektedir.
Türkiye’de özellikle Avrupa Birliği’ne aday olduğundan beri
imza atılan uluslararası sözleşmelerin gereği olarak kamu yönetiminde
katılımcılık, şeffaflık, hesap verebilirlik kavramlarının kullanılmaya
başlandığı, ancak yasal mevzuata ve uygulamaya bakıldığında bunların içinin boş
olduğu görülüyor. Örneğin Belediyeler Kanunu ve İmar Kanunu gibi kentlilerin
yaşam alanlarının şekillendirildiği kentsel politikaların oluşturulması
süreçlerinde kentliler yasa yapım süreçlerinden tamamen dışlanmıştır. Bu durum,
yasaların yukarıdan aşağıya doğru işleyen yasama süreçlerinde oluşturulduğu
düşünüldüğünde şaşırtıcı değildir.
Çevre hakkı Anayasamızın 56. Maddesinde şöyle düzenlenmiştir: “herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşın ödevidir.” . Ancak yasalarda somut düzenlemeler yapılmadığı için bu anayasa maddesi doğayı korumaktan uzaktır. Türkiye’nin de imzacılarından olduğu Rio Deklarasyonu’nun 10. maddesinde “Çevresel konular her düzeyde ilgililerin katılımını gerektirir. Ulusal düzeyde, bireyler kamu otoritelerinin elinde bulunan, yerleşimlerindeki sağlığa zararlı maddeler ve faaliyetler de dahil olmak üzere, çevre ile ilgili bilgilere erişme ve karar verme süreçlerine katılabilme fırsatlarına sahip bulunmalıdır. Ülkeler geniş bir biçimde bilgi sağlayarak kamu duyarlılığını ve katılımını teşvik etmeli ve kolaylaştırmalıdır. Tashih ve tazmin talebi de dahil olmak üzere adlî ve idarî işlemlere başvurma hakkı sağlanmalıdır.” denilmektedir. Görüldüğü gibi çevre hakkı uluslararası protokolde katılım hakkı ile birlikte öngörülmüşken bizim anayasamızda bu söz konusu değildir. Meclis gündemine getirilen ve sivil toplum örgütlerinin karşı çıktığı “Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Yasası” doğayı korumaktan ziyade tahrip etmeyi öngören bir yasadır. Zira yasa, “üstün kamu yararı” gördüğü durumlarda bakanlar kurulu kararı ile özel koruma statüsü olan alanlar da dahil her yerde turizm, madencilik, enerji, sanayi yatırımları gerekçesiyle sermayenin talan etmesine yol açacak kararlar alabilmesi için merkez otoriteyi yetkili kılmaktadır.
1985’de Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı
Türkiye tarafından 1992’de 11 maddesine çekince konularak kabul edilmiştir. Subsidiarity (yerellik) ilkesi ile kararların halka olabildiğince yakın düzeyde alınması gerektiğine vurgu yapılarak özerkliğin önemine işaret edilmiştir. Türkiye koyduğu çekincelerle özellikle
yerel yönetimlerin idari özerkliğini askıya almıştır. 2012’de çıkartılan Büyükşehir Yasası ile de 1592 belde
belediyesi ve 16.082 köyün tüzel kişiliği sonlandırılarak merkeze bağlı
mahallelere dönüştürülmek suretiyle yerinden yönetim hakları ellerinden
alınmış, Şart’ın yerellik ilkesine tezat hareket edilmiştir.
1992’de Avrupa Konseyinin kabul ettiği ve Türkiye’nin de taraf olduğu ama henüz Türkiye’den hiçbir belediyenin imzalamadığı Avrupa Kentsel Şartı, yerel kent ve kasabaların sakinlerinin kentsel kamusal alana sahip çıkmaları ve yerel politikalara katılımını öngörmektedir.
1992’de Avrupa Konseyinin kabul ettiği ve Türkiye’nin de taraf olduğu ama henüz Türkiye’den hiçbir belediyenin imzalamadığı Avrupa Kentsel Şartı, yerel kent ve kasabaların sakinlerinin kentsel kamusal alana sahip çıkmaları ve yerel politikalara katılımını öngörmektedir.
Artık değiş(tir)me zamanı... Nereden başlamalı?
Genel manzaraya bakarak Gezi Parkı Direnişinin oluşturduğu farkındalık ve enerjinin ülkemizde katılımcı demokrasiyi amaçlayan, kent ve çevre haklarının yasal güvence altına alınmasını hedefleyen kapsamlı bir reform sürecini tetikleyeceğini umabiliriz. Sivil toplum örgütlerine bu anlamda önemli görevler düşüyor. Gezi Parkı Direnişi ile birlikte, şimdiye kadar hak temelli mücadele veren STÖ’lerin en önemli eksikliği gibi görünen, sorunlarını ortaklaştırarak dayanışma içinde birlikte mücadele etme konusunda önemli bir eşiğin aşıldığı söylenebilir. Bundan sonra kent hakkı ve çevre hakkı mücadelesinin derli toplu verilebilmesi için yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde dayanışmanın pekiştirilmesine, ağların daha sıkı örülmesine gereksinim vardır. Özellikle kent ve doğa koruma alanında çalışan örgütlerin bu konuda önayak olmaları beklentisi doğaldır.
Kent Hakkı ve Doğa Hakkı mücadelelerinin amaca
ulaşabilmesinin yolu katılımcı demokrasinin kurumsallaşmasından geçmektedir. Dolayısı ile mücadelenin kültürel, siyasal ve
hukuksal zeminde verilmesi gerekli görünüyor. Öncelikle “temsili demokrasinin” -“milli irade” olarak da okunabilir - artık sürdürülemez
olduğundan hareketle, bu anlayışın yerini “katılımcı demokrasinin” alması
gerekliliği güçlü bir toplumsal talebe dönüşmelidir. Demokrasinin "halk için halka rağmen" değil "halk için halkla beraber" şeklinde algılandığı bir kültürel dönüşümün sağlanması gerekiyor. Yani, seçimden seçime
sandığa gitmekle sınırlı olan vatandaşlık anlayışının yerine bireylerin
yaşamlarını şekillendiren her karara katılma talebinin içselleşmesi şeklinde de ifade edebiliriz. Böyle bir kültürel iklim değişikliğinin siyasal sonuçları
olacağı, siyasi partilerin örgütlenme biçimlerini ve programlarını bu doğrultuda değiştirmek zorunda
kalacakları açıktır. Gezi Parkı Direnişinin bu iklim değişikliğinin ilk işaretini
verdiğini söyleyebiliriz.
Hukuksal alanda mücadele için halihazırdaki yasal mevzuattan
yola çıkarak bir çerçeve oluşturulabilir. Ülkemizdeki yasal mevzuat, kentsel ve
kırsal yaşam hakkında karar yetkisini yerel toplulukların elinden alarak
merkezi iradeye bağlamaktadır. Altına
imza atılan uluslararası anlaşmaların gereğini güya yerine getirmek üzere
yasalara serpiştirilmiş ama içi tamamen boş katılımcılık araçları aşağıdan
yukarıya doğru işleyen yasama süreçlerinde yeniden oluşturulmalıdır. Katılımcı
demokrasi mücadelesinin hukuksal zeminde iki
ana eksen üzerinde yürütülmesi düşünülebilir:
Yerinden yönetim, özerk yönetim:
Merkezi yönetimin idari vesayeti kaldırılarak yerel
yönetimler tam özerk hale getirilmelidir. Devletin altına imza attığı Avrupa
Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın gerektirdiği gibi yerel yönetimde merkeziyetçilik
değil, yerellik esas olmalıdır.
Büyükşehir Yasası ile kapatılan belde belediye
ve köy tüzel kişilikleri eski statüsüne
döndürülmelidir. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartına konulan çekinceler kaldırılmalı
ve karşılık gelen yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Hiçbir başbakan ya
da bakan Kanalistanbul, Topçu Kışlası, vs. gibi projeleri kentlere
dayatamamalı, bakanlar kurulu kararı ile “üstün kamu yararı” adına kentsel ve
kırsal alanlar sermayenin hizmetine sunulamamalıdır.
Karar alma süreçlerine
katılım:
Kent hakkı ve çevre hakkını temel alan ekolojik bir anayasanın yapılması hedeflenmelidir. Taraf olunan Avrupa Kentsel Şartı'nın gereklerini yerine getirmek üzere yasal düzenlemeler yapılmalı, belediyelerin Avrupa Kentsel Şartına taraf olması teşvik edilmelidir. Aynı şekilde, yerel yönetimlerin işlerine katılma hakkını uluslararası
yasal güvence altına alan Yerel Yönetimlerin
Faaliyetlerine Katılma Hakkına İlişkin Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı
Ek Protokolü’ne Türkiye’nin imza vermesi için çalışılmalıdır.
Kentlerin sahibi kentte yaşayanlardır. Kentlerin yönetim
planlarının oluşturulduğu süreçler
halkın tüm kesimlerinin katılımı ile gerçekleştirilmelidir. Biyolojik
Çeşitliliği Koruma Yasası, Büyükşehir Yasası, Belediyeler Kanunu, İmar Kanunu,
Kent Konseyleri Yönetmeliği, vb., sivil toplum kesimlerinin katılımı ile katılımcılığı
temel alacak şekilde yeniden yazılmalıdır. Kent vizyonları, belediye
başkanlarının ya da bağlı oldukları siyasi partilerin vizyonu olmaktan
çıkarılıp, kentin kullanıcılarının, üniversitelerin, uzman kuruluşların, sivil
toplumun örgütlü ve örgütsüz
kesimlerinin en geniş katılımına imkan sağlayan süreçlerde oluşturulmalıdır. Stratejik
planların, imar planlarının, belediye bütçelerinin oluşturulması ve
uygulanması; izleme, değerlendirme ve denetleme süreçlerine halkın katılımının
sağlanması yasalarla güvence altına alınmalı, araçları oluşturulmalıdır.
İfade özgürlüğü gibi temel insan hakları alanında önemli
sorunlar varken dayanışma hakları mücadelesinin henüz erken olduğunu düşünenler
olabilir. Ama yaşanan toplumsal süreçler
bazen hiç beklenmedik şekilde tarihin akışını hızlandırabiliyorlar. Gezi Parkı
Direnişinin de ülkemizde insan hakları mücadelesinde topyekün bir hızlandırıcı işlevi olabilir. Taksim
Meydanı artık dünyanın ortak belleğine Gezi Parkı Direnişi ile yerleşmiş ve dünyada
sürdürülen antikapitalist mücadele ile bütünleşerek “çapulcuların” dünyayı değiştirme
gücünü göstermiştir. Şimdi sıra dünyayı hakikaten yeniden kurmakta.
Serdar Denktaş
Kaynakça:
- Asi Şehirler (David Harvey, Metis, 2013)
- Kentsel Devrim (Henri Lefebvre,Sel 2013)
- Erişim Hakkından Değiştirme Hakkına (Cihan Uzunçarşılı Baysal, Hak Temelli STÖ’ler STGM, 2013)
- http://www.migm.gov.tr/AvrupaKonseyiYeni.aspx?DetayId=1
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder