8 Haziran 2013 Cumartesi

Gezi Parkı Direnişi ve dünyayı değiştirmek..


Taksim Platformunun  öncülüğünde bir kentsel kamusal alanın savunulması için başlatılan mücadele, çok farklı siyasal ve sivil toplum kesimlerinin dayanışma içinde birlikte hareket ettikleri, şimdiye kadar Türkiye’de eşi görülmemiş boyutta bir toplumsal direniş öyküsüne dönüştü. Direnişe destek eylemleri, hızla tüm yurda yayılırken, dünyanın birçok yerindeki eylemlerle de desteklendi.

Gezi Parkının yayalaştırılması için ağaçların sökülmesi olarak başlayan müdahele, aslında İstanbulluların  yaşamında ve ortak hafızasında yeri olmayan bir Topçu Kışlasının tarihi canlandırmak adına “icat edilerek” AVM ve rezidanslarla donatma projesinin ilk aşamasıydı. “Halka hizmet” olarak tanıtılan bu projenin bir kamusal alanın merkezî hükümetin ve yerel yönetimin birlikte sermaye çevrelerinin hizmetine sunduğu bir rant projesinden başka bir şey değildi. Her ne kadar Belediye Başkanı eylemlerin sonucunda geri adım atarak projenin sivil toplum temsilcileri ile görüşülerek yeniden  değerlendirilebileceğini söylese de, Başbakan “üç beş çapulcu” olarak nitelendirdiği direnişçilere sormaya niyetinin olmadığını ifade ederek projeyi icra etme konusunda kararlılığını ortaya koydu.  Böylece Başbakan, kentin yönetiminden sorumlu olan Belediye Başkanının iradesini de tanımayacağını ilan etti. Seçim sandığında aldığı oyların, yani “milli iradenin” kendisine bu hakkı verdiğini söyledi. Başbakanın siyasi sözlükte plebisiter diktatörlük olarak tanımlanan demokrasi algısı, kaynaklandığı temsili demokrasinin nerelere varabileceğini göstermesi açısından epeyce öğreticiydi. Gezi Parkı Direnişi bu zihniyetin artık günümüzde geçerli olmadığını da çok net olarak ortaya koydu.

Gezi Parkı Direnişinin tüm yurda yayılan bir toplumsal muhalefete dönüşmesinin altında yatan neden, Başbakanın vadesi dolmuş demokrasi anlayışına  dayanarak özellikle son iki yıldır dozunu arttırarak insanların yaşam alanlarına müdahele etmeye çalışmasının toplumda, özellikle gençlerde yol açtığı haklı öfke idi. Polisin uyguladığı şiddet, büyük oranda hükümet baskısı altındaki medyanın da suskun kalarak veya hükümet yanlısı yayınlarla gerçekte olan biteni karartma çabası öfkenin patlamasına neden oldu. Böylece direniş yerel kamusal alan savunusunun dışına çıkarak ihlal edilen tüm demokratik hakların savunulmasının simgesine dönüştü,  “her yer Taksim her yer direniş” oldu.

Bir Kent Hakkı mücadelesi olarak Gezi Parkı Direnişi
Gaz bulutunun biraz dağıldığı, Taksim Platformunun taleplerini hükümete bildirmesinin ardından endişeli olmakla birlikte umutlu bekleyişin devam ettiği bugünlerde  artık şu soru üzerinde konuşmaya başlamamız gerektiğini düşünüyorum. Farklı politik duruşları, yaşam tarzları olan ülke çapında milyonlarca insanı belki de ilk kez yan yana getiren  bu kıymetli dayanışmayı ortak kazanımla taçlandırmak için nasıl devam edilmelidir?


Her ne kadar sorunun cevabı, Başbakanın despotik tavrı ile yol açtığı kitlesel öfke dışavurumu nedeniyle en temel insan hakları bağlamında aranabilecek olsa da, Gezi Parkı Direnişini uzun zamandır yurdun her tarafında doğanın sermayenin hizmetine sunularak tahrip edilmesine karşı verilen ekoloji mücadelelerinden de ayrı tutamayız. Sorun temelinde yaşam alanlarımızı tahrip eden bu kararlar verilirken oralarda yaşayan halkı tamamen karar sürecinin dışında tutan anti-demokratik merkezi ve yerel yönetim sistemimizin arızalarından  kaynaklandığı gözden kaçırılmamalıdır. Bu anlamda cevabın direnişin çıkış noktasına bağlı kalarak “kent hakkı” ve "doğa hakkı" zemininde aranması gerekir.  Zira bu direniş özünde tüm dünyada yürüyen sermaye odaklı  kentleşmeye  karşı verilen anti-kapitalist mücadelenin bir örneğidir. Kamusal alanlar sermaye çevrelerinin hizmetinde olan yönetimler tarafından belirlenen politikalarla gittikçe daralıyor, doğa tahrip ediliyor, kentte yaşayanların yaşam kalitesi ve kente aidiyet duygusu yok oluyor. Kentlerin gerçek sahipleri olan kent sakinleri kentsel politikalar belirlenirken devre dışı bırakılıyor.
Tam bu noktada Henri Lefebvre’ye kulak vermekte yarar var. Lefebvre,  ilk kez 1967’de yayınladığı ve “Kent Hakkını” tarif ettiği eserini bir çığlık ve talep olarak tanımlamıştır. 1960’lı yıllarda Paris’te dayatmacı ve sermaye odaklı kentsel politikalar nedeniyle gündelik yaşamın içine düştüğü varoluş krizinden kaynaklanan bu çığlık bugün Taksim’den yükselen çığlıktan farklı değildir. 
Lefevbre’e göre kentsel mekana yapılan her müdahele yalnızca fiziksel değil, toplumsal, ekonomik, politik ve yönetsel sonuçlara yol açar. Yani mekan politiktir, ideolojiktir, stratejiktir, tasarıdır, üründür, kontrol merkezidir. Lefebvre, kent hakkını kentsel mekanın kontrolünün sermaye ve devletten kentte yaşayanlara aktarılması olarak tanımlar. Kent hakkı yalnızca kentin sağladığını olanaklara erişim hakkını değil, kenti değiştirme hakkını ifade eder. Böylece kent hakkı, kentlerdeki karar verme mekanizmalarının çerçevelerini yeniden çizerek, karar vermeyi sadece devlet ile ilişkili konularla kısıtlamadan, aynı zamanda mekânın üretimiyle ilgili tüm kararları içerecek şekilde genişletir: ‘Dünyayı değiştirmek için mekânı değiştirmek gerekir’. Burada “kent sakinleri” olarak belirtilenler, vatandaşlıktan bağımsız olarak, bir ülkenin vatandaşı olsun olmasın mülteciler gibi toplumsal grupları da içerecek biçimde kentin tüm yararlanıcılarıdır.  Ayrıca kent hakkı bireyselden çok ortak bir haktır çünkü bu dönüşüm kaçınılmaz olarak kentleşme süreçlerini yeniden şekillendirmek üzere ortaklaşa bir gücün kullanımına dayanır.

Lefebvre’in açtığı yoldan  giden ve günümüzde  neoliberal politikaların tüm dünyayı etkisine aldığı ekonomik krizlerin tetiklediği antikapitalist sokak eylemlerinin çözümlemesini yapan David Harvey ise, kentlerimizi ve kendimizi yapma ve yeniden yapma özgürlüğünün en değerli ama aynı zamanda en çok ihmal edilmiş insan haklarımızdan biri olduğunu ileri sürerek, ne tür bir kent istediğimiz sorusunun, ne tür toplumsal bağlar, doğa ile ilişki, yaşam biçimleri, teknolojiler ve arzulanan estetik değerler istediğimiz sorularıyla bağlantılı olduğunu söyler.

Uluslararası ve yerel düzlemde yerel haklar

Sermayenin küreselleşmesinin sonucunda dünya genelinde kentsel ve kırsal yaşamın tahrip edilmesi, buna karşı verilen mücadeleye de küresel bir nitelik kazandırmıştır. Özellikle Birleşmiş Milletlerin 1992  Rio Konferansı ile başlayan süreçte, doğa ve kent yaşamının tahrip edilmesini önlemeye yönelik olarak evrensel bir hukuk  oluşturulmaya çalışılmaktadır. Kent Hakkı, Doğa Hakkı ile birlikte İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde üçünü kuşak haklar olarak ifade edilen dayanışma hakları altında yer bulmuştur. Kent hakkı uluslararası hukukta henüz “kenti değiştirme hakkı” anlamından uzak olmakla birlikte bu yolda mücadele devam etmektedir.

Türkiye’de özellikle Avrupa Birliği’ne aday olduğundan beri imza atılan uluslararası sözleşmelerin gereği olarak kamu yönetiminde katılımcılık, şeffaflık, hesap verebilirlik kavramlarının kullanılmaya başlandığı, ancak yasal mevzuata ve uygulamaya bakıldığında bunların içinin boş olduğu görülüyor. Örneğin Belediyeler Kanunu ve İmar Kanunu gibi kentlilerin yaşam alanlarının şekillendirildiği kentsel politikaların oluşturulması süreçlerinde kentliler yasa yapım süreçlerinden tamamen dışlanmıştır. Bu durum, yasaların yukarıdan aşağıya doğru işleyen yasama süreçlerinde oluşturulduğu düşünüldüğünde şaşırtıcı değildir.

Çevre hakkı Anayasamızın 56. Maddesinde şöyle düzenlenmiştir:  “herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşın ödevidir.” . Ancak yasalarda somut düzenlemeler yapılmadığı için bu anayasa maddesi doğayı korumaktan uzaktır. Türkiye’nin de imzacılarından olduğu Rio Deklarasyonu’nun 10. maddesinde “Çevresel konular her düzeyde ilgililerin katılımını gerektirir. Ulusal düzeyde, bireyler kamu otoritelerinin elinde bulunan, yerleşimlerindeki sağlığa zararlı maddeler ve faaliyetler de dahil olmak üzere, çevre ile ilgili bilgilere erişme ve karar verme süreçlerine katılabilme fırsatlarına sahip bulunmalıdır. Ülkeler geniş bir biçimde bilgi sağlayarak kamu duyarlılığını ve katılımını teşvik etmeli ve kolaylaştırmalıdır. Tashih ve tazmin talebi de dahil olmak üzere adlî ve idarî işlemlere başvurma hakkı sağlanmalıdır.denilmektedir.  Görüldüğü gibi çevre hakkı uluslararası protokolde katılım hakkı ile birlikte öngörülmüşken bizim anayasamızda bu söz konusu değildir. Meclis gündemine getirilen ve sivil toplum örgütlerinin karşı çıktığı  “Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Yasası” doğayı korumaktan ziyade tahrip etmeyi öngören bir yasadır. Zira yasa, “üstün kamu yararı” gördüğü durumlarda bakanlar kurulu kararı ile özel koruma statüsü olan alanlar da dahil her yerde turizm, madencilik, enerji, sanayi yatırımları gerekçesiyle sermayenin talan etmesine yol açacak kararlar alabilmesi için merkez otoriteyi yetkili kılmaktadır.

1985’de  Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı Türkiye tarafından 1992’de 11 maddesine çekince konularak kabul edilmiştir. Subsidiarity (yerellik) ilkesi ile kararların halka olabildiğince yakın düzeyde alınması gerektiğine vurgu yapılarak özerkliğin önemine işaret edilmiştir. Türkiye koyduğu çekincelerle özellikle yerel yönetimlerin idari özerkliğini askıya almıştır. 2012’de çıkartılan Büyükşehir Yasası ile de 1592 belde belediyesi ve 16.082 köyün tüzel kişiliği sonlandırılarak merkeze bağlı mahallelere dönüştürülmek suretiyle yerinden yönetim hakları ellerinden alınmış, Şart’ın yerellik ilkesine tezat hareket edilmiştir.

1992’de Avrupa Konseyinin kabul ettiği ve Türkiye’nin de taraf olduğu ama henüz Türkiye’den hiçbir belediyenin imzalamadığı Avrupa Kentsel Şartı, yerel kent ve kasabaların sakinlerinin kentsel kamusal alana sahip çıkmaları ve yerel politikalara katılımını öngörmektedir.

Artık değiş(tir)me zamanı... Nereden başlamalı?

Genel manzaraya bakarak Gezi Parkı Direnişinin oluşturduğu farkındalık ve enerjinin  ülkemizde katılımcı demokrasiyi amaçlayan, kent ve çevre haklarının yasal güvence altına alınmasını hedefleyen kapsamlı bir reform sürecini tetikleyeceğini umabiliriz. Sivil toplum örgütlerine bu anlamda önemli görevler düşüyor. Gezi Parkı Direnişi ile birlikte, şimdiye kadar hak temelli mücadele veren STÖ’lerin en önemli eksikliği gibi görünen, sorunlarını ortaklaştırarak dayanışma içinde birlikte mücadele etme konusunda önemli bir eşiğin aşıldığı söylenebilir. Bundan sonra  kent hakkı ve çevre hakkı mücadelesinin derli toplu verilebilmesi için yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde dayanışmanın pekiştirilmesine, ağların daha sıkı örülmesine gereksinim vardır. Özellikle kent ve doğa koruma alanında çalışan örgütlerin bu konuda önayak olmaları beklentisi doğaldır.

Kent Hakkı ve Doğa Hakkı mücadelelerinin amaca ulaşabilmesinin yolu katılımcı demokrasinin  kurumsallaşmasından geçmektedir.  Dolayısı ile mücadelenin kültürel, siyasal ve hukuksal zeminde verilmesi gerekli görünüyor. Öncelikle “temsili demokrasinin” -“milli irade” olarak da okunabilir - artık sürdürülemez olduğundan hareketle, bu anlayışın yerini “katılımcı demokrasinin” alması gerekliliği güçlü bir toplumsal talebe dönüşmelidir. Demokrasinin "halk için halka rağmen" değil "halk için halkla beraber"  şeklinde algılandığı bir kültürel dönüşümün sağlanması gerekiyor. Yani, seçimden seçime sandığa gitmekle sınırlı olan vatandaşlık anlayışının yerine bireylerin yaşamlarını şekillendiren her karara katılma talebinin içselleşmesi şeklinde de ifade edebiliriz. Böyle bir kültürel iklim değişikliğinin siyasal sonuçları olacağı, siyasi partilerin örgütlenme biçimlerini ve programlarını bu doğrultuda değiştirmek zorunda kalacakları açıktır. Gezi Parkı Direnişinin bu iklim değişikliğinin ilk işaretini verdiğini söyleyebiliriz.

Hukuksal alanda mücadele için halihazırdaki yasal mevzuattan yola çıkarak bir çerçeve oluşturulabilir. Ülkemizdeki yasal mevzuat, kentsel ve kırsal yaşam hakkında karar yetkisini yerel toplulukların elinden alarak merkezi iradeye bağlamaktadır.  Altına imza atılan uluslararası anlaşmaların gereğini güya yerine getirmek üzere yasalara serpiştirilmiş ama içi tamamen boş katılımcılık araçları aşağıdan yukarıya doğru işleyen yasama süreçlerinde yeniden oluşturulmalıdır. Katılımcı demokrasi mücadelesinin  hukuksal zeminde iki ana eksen üzerinde yürütülmesi düşünülebilir:

Yerinden yönetim, özerk yönetim:

Merkezi yönetimin idari vesayeti kaldırılarak yerel yönetimler tam özerk hale getirilmelidir. Devletin altına imza attığı Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın gerektirdiği gibi yerel yönetimde merkeziyetçilik değil, yerellik esas olmalıdır. Büyükşehir Yasası ile kapatılan belde belediye ve köy tüzel kişilikleri eski statüsüne döndürülmelidir. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartına konulan çekinceler kaldırılmalı ve karşılık gelen yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Hiçbir başbakan ya da bakan Kanalistanbul, Topçu Kışlası, vs. gibi projeleri kentlere dayatamamalı, bakanlar kurulu kararı ile “üstün kamu yararı” adına kentsel ve kırsal alanlar sermayenin hizmetine sunulamamalıdır.

Karar alma süreçlerine katılım:

Kent hakkı ve çevre hakkını temel alan ekolojik bir anayasanın  yapılması hedeflenmelidir. Taraf olunan Avrupa Kentsel Şartı'nın  gereklerini yerine getirmek üzere yasal düzenlemeler yapılmalı, belediyelerin Avrupa Kentsel Şartına taraf olması teşvik edilmelidir. Aynı şekilde, yerel yönetimlerin işlerine katılma hakkını uluslararası yasal güvence altına alan Yerel Yönetimlerin Faaliyetlerine Katılma Hakkına İlişkin Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı Ek Protokolü’ne Türkiye’nin imza vermesi için çalışılmalıdır.

Kentlerin sahibi kentte yaşayanlardır. Kentlerin yönetim planlarının oluşturulduğu süreçler  halkın tüm kesimlerinin katılımı ile gerçekleştirilmelidir. Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasası, Büyükşehir Yasası, Belediyeler Kanunu, İmar Kanunu, Kent Konseyleri Yönetmeliği, vb., sivil toplum kesimlerinin katılımı ile katılımcılığı temel alacak şekilde yeniden yazılmalıdır. Kent vizyonları, belediye başkanlarının ya da bağlı oldukları siyasi partilerin vizyonu olmaktan çıkarılıp, kentin kullanıcılarının, üniversitelerin, uzman kuruluşların, sivil toplumun örgütlü ve örgütsüz kesimlerinin en geniş katılımına imkan sağlayan  süreçlerde oluşturulmalıdır. Stratejik planların, imar planlarının, belediye bütçelerinin oluşturulması ve uygulanması; izleme, değerlendirme ve denetleme süreçlerine halkın katılımının sağlanması yasalarla güvence altına alınmalı, araçları oluşturulmalıdır.

İfade özgürlüğü gibi temel insan hakları alanında önemli sorunlar varken dayanışma hakları mücadelesinin henüz erken olduğunu düşünenler olabilir.  Ama yaşanan toplumsal süreçler bazen hiç beklenmedik şekilde tarihin akışını hızlandırabiliyorlar. Gezi Parkı Direnişinin de ülkemizde insan hakları mücadelesinde topyekün  bir hızlandırıcı işlevi olabilir. Taksim Meydanı artık dünyanın ortak belleğine Gezi Parkı Direnişi ile yerleşmiş ve dünyada sürdürülen antikapitalist mücadele ile bütünleşerek “çapulcuların” dünyayı değiştirme gücünü göstermiştir. Şimdi sıra dünyayı hakikaten yeniden kurmakta.

Serdar Denktaş


Kaynakça:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder