12 Ekim 2011 Çarşamba

Gurur Çukuru

Neredeyse bir yıldır birlikte yaşamak zorunda bırakıldığımız Akyaka'nın kalbinde açılan bu çukur konusunda belediye yönetimine vatandaşlar ve kent konseyi tarafından bildirilen şikayetlere hiçbir cevap alınamadı. Ortaya çıkan sevimsiz görüntü, can ve mal güvenliği riski, sağlık riski, turizmin olumsuz etkilenmesi, Cittaslow kriterlerine uymamak gibi birçok rahatsızlık belediye yönetimini belli ki hiç rahatsız etmiyordu. Yaşamımıza adeta ceza olarak yerleşen bu sorunun çözülmemesinin nedeni neydi neydi neydi ?...Belediye yönetimine verilen dilekçeler pek ender cevaplandığı için bu sorunun da cevabı alınamadı uzun süre doğal olarak.  Nihayet yanıt 25 Eylül'de yapılan Kent Konseyi Genel Kurul Toplantısında konseyin sunumunda sorun tekrar gündeme geldiğinde belediye başkanından geldi. Yaklaşık ikiyüz kişinin hazır bulunduğu toplantıda Ahmet Çalca şöyle diyordu : Çukur, maliye lojmanının kurallara aykırı olarak yapılan ek binasının belediye tarafından yıkılması ile oluşmuştu. Daha öncesinde ise maliye tarafından Akyaka Belediyesine maliyeye ait alan üzerinde izinsiz ticari faaliyet yürütmesi (otopark, açık hava sineması, tuvalet, vs) nedeni ile para cezaları kesilmişti. Başkanımız da bunu karşılıksız bırakmamış, bu binayı yıkarak rövanşı almış, cümle alemin başkanımızın nelere kadir olduğunu görmesi için de çukuru kapatmıyordu ! Yani ortada gurur duyulacak bir kahramanlık vardı ve bu çukur onun sembolü idi.

Cittaslow yönetiminin bu tür kahramanlıklar için düşündüğü bir ödül var mıdır bilemiyoruz ama biz belediye başkanımızın bir "Kahraman Salyangoz" plaketini hakettiğini düşünüyoruz ve buradan Cittaslow yönetimine bu eksikliği biran önce gidermesi gerektiğini hatırlatıyoruz...

Serdar Denktaş

10 Ekim 2011 Pazartesi

Bir garip kent konseyi seçimi…

Akyakamıza hayırlı olmasını diliyorum. Yaşadığımız belde dünya köyü olma yolunda ilerliyor, her sene tatilci nüfusu ve yerleşik nüfus hızla artmakta haliyle sorunlarda artmakta, beldemiz yerel yönetim tarafından iyi yönetilememektedir, yeni seçilen kent konseyi ne çok iş düşmektedir.
Nedir bunlar;
Mayıs-Ekim ayları arasında yoğunluk kazanan çöp problemi, bu aylarda bir araç yetmemektedir. Belediye çöp bidonu konusunda halkla inatlaşmaktadır, yollar, azmak kenarları, piknik alanları pislik içindedir.
Maliyenin yıkımında açılan çukur içi pis su dolu ve sivrisinek yuvası olarak tarihi değerini korumaktadır.
İnişdibindeki patlak lağım borusunun üst görüntüsü düzeltilip alt kirliliği devam etmektedir.
Çok beğenilen Akyaka mimarisi hızla yok olmaktadır.
Azmak kenarında tekneler karaya çekilip, tamir ve boya bakımları yapılmakta, çevre ve azmak kirletilmektedir.
Kış geliyor, evlerde kömürler yakılmaya başlanacaktır.
Daha çok var, Akyaka’yı yaşanır hale getirmek için bu ve bunun gibi eksileri elbirliği ile artıya dönüştürmek dileğimle, yeni göreve gelen arkadaşlara cesur ve başarılı bir çalışma dönemi diliyorum.
                                                                                                                             Sadık Şimşek

Bir seçimin anatomisi…

Bir belediye başkanı kent konseyi genel kurulunda ne yapar?
a. Protokolde oturur, izleyici olur
b. Kent konseyi başkanı ise genel kurulu açar
c. Konuşma yapar
d. Eleştirilere karşı söz hakkını kullanır
e. Beğenmediği kent konseyi yönetimini devirmek için seçim kampanyası yürütür, üyelik dilekçesi toplar, tüzüğe aykırı olarak getirdiği yeni üye adaylarına oy kullandırma girişimiyle genel kurulu ele geçirmeye çalışır
özellikle gençler ve çocuklarımız için çoktan seçmeli hale gelen yaşamımızda, yeni bir test, bir nevi demokrasi testi… yanıt maalesef  ( e ) şıkkı, demokrasi sınıfta kaldı…
Akyaka Kent konseyi seçimli genel kurulu 25 Eylül Pazar günü yapıldı, günler öncesinden belediye başkanının ortaya saldığı haberleri alıyorduk, 400 kişiyle geleceğim, yönetimi devireceğim… Çalışma yapmaları için ekibini beldeye salmıştı, birebir yapılan görüşmeler, genel kurul üyelerini defalarca aramalar… sanırsınız cumhurbaşkanı seçilecek, yetkilerle donanmış bir makamı seçiyoruz… genel seçimlerde bile ekibini bu kadar çalıştırmamış bir belediye başkanı…
Bunları duymamıza karşılık, seçimle ilgili tek düşündüğümüz şey bunun bir iktidar savaşı olmadığı, önemli olanın katılımlı bir toplantı olması ve mümkün olduğunca çok kişinin seçtiği bir yönetim olması, bu nedenle karşılaştığımız kişilere sadece toplantı gününü hatırlattık, katılımın önemli olduğunu belirttik, kimseden oy istemedik.
Peki nedir kent konseylerinin gücü? Kent konseyleri ne yapar? Niçin ele geçirilmesi gerekir?
Kent konseyi nedir, ne yapar?
Kent yaşamında, kent vizyonunun ve hemşerilik bilincinin geliştirilmesi, kentin hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, saydamlık, hesap sorma ve hesap verme, katılım, yönetişim ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışan kent ve yaşam kalitesini geliştiren, demokratik ve bağımsız kuruluştur.
Kent konseyinin gücü, yaptırımı nedir?
Kent konseyi genel kurulunca oluşturulan görüşler, belediye meclisinin ilk toplantısında değerlendirildikten sonra belediye tarafından kent konseyine bildirilir ve uygun araçlarla kamuoyuna duyurulur.
Niçin ele geçirilmesi gerekir?
Bu kısmını aslında biz de pek anlamadık! Belediye meclisine görüş sunmaktan başka gücü olmayan kent konseyi yönetimini belediye başkanı niye ele geçirmek ister, belediye meclis çoğunluğu elinde olduğuna göre, halkın yararına kararlar almak istiyorsa elini tutan yoktur, kendi eliyle seçim kampanyası yürüttüğü kent konseyi başkanı, kendisinin düşünmediği kararları mı getirecek meclis gündemine, dikensiz, eleştirisiz, katılımcılık gösterisi mi sunacaklar Akyakalılara…
Asıl mesele burada, eski kent konseyi yönetiminin, yerel yönetimde şeffaflık talep eden, halkın yönetime katılmasının önünü açmak isteyen, çevre tahribatlarının önlenmesini isteyen, halk sağlığı ile ilgili konularda önlem alınmasını isteyen sesini susturmak amaçlanmıştır.
Akyaka’nın değişen demografik yapısı ve önceden yerleşenler ve sonradan yerleşenlerin beklentilerindeki farklılıkların Akyaka’yı böleceği düşünülerek, övünerek sunulan stratejik plan önsözünde, vizyonunda “insanların birlik ve beraberlik içinde hareket edebildiği Akyaka” denmiştir, ancak birlik ve beraberlik ilkesi bizzat belediye başkanı tarafından yok edilmiştir. Kendi adayının seçim kampanyasını, bir yabancı Akyaka için ne yapabilir ki? Yerli birini seçmek gerekir! şeklinde  yürütmüştür. Sanki  yatırımlar yapma gücü olan bir makamı seçtiriyor…
Bu ele geçirme demokrasisi belediye başkanı ve Akyaka için ilk deneyim değil aslında, daha önceleri kendisini eleştiren, yapmak istediği çalışmaları durduran bir derneğin yönetimini ele geçirme girişiminde bulunmuştu.
Emperyalizmin parçala, böl, yönet taktiği Akyaka’da kol geziyor, dernekler, kooperatifler, kent konseyi, her kurumdan tek ses çıkacak, eleştiri olmayacak, methiyeler düzülecek, ne kadar da hükümetin demokrasi anlayışına benziyor…   
Bunlar kent konseyi seçiminin görünen yüzü, gelelim arka planına…
Kent konseyi seçimli genel kurul kararının alındığı yürütme kurulu toplantısında; Serdar Denktaş bu görevi artık sürdürmek istemediğini ve bu görevi yapmak isteyen var ise çekileceğini belirtmiştir, yürütme kurulundaki üyeler ise, özellikle sakin şehir(cittaslow) süreci ile ilgili başlanan işlerde bir yol alınması gerektiğinden, bir dönem daha aday olmasını istemişlerdir. Yeni kent konseyi başkanı, kent konseyi kurulduğundan beri yürütme kurulu üyesi olan ve iki yıla yakın süredir toplantılara katılmayan arkadaşımız eğer bu toplantıya katılmış olsaydı bu konuda bilgisi olurdu ve talebini ortaya koysaydı, desteklediğimiz tek aday olarak genel kurula gelirdi, bu kadar çaba harcamasına gerek kalmazdı, ayrımcılık tırmandırılarak bir seçim yapılmazdı.
Bir de merak ettiğim bir konu var, yeni kent konseyi başkanı arkadaşımız adaylığını açıklarken, sanki kent konseyi yürütme kurulunda değil, şu ana kadar yapılan çalışmalarla ilgisi yok, kent konseyinin iyi bir şey olduğunu yeni keşfetmiş gibi bir adaylık konuşması yaptı, divan başkanı sorumu yarıda kesmeseydi soracağım soru şuydu?  Yürütme kurulu üyesi olduğunuz halde kent konseyi için çalışmayı bu kadar isterken, neden hiçbir toplantıya katılmadınız? Eğer mevcut yürütme kurulunun çalışma sistemi, tavrı sizin için uygun değilse toplantılara katılıp neden kararlara muhalefet şerhi koymadınız ya da yürütme kurulundan istifa edip, yedek sırada bulunan adayın yürütme kuruluna girmesine neden izin vermediniz.
Sonuçta Akyaka Kent Konseyinin yeni başkanı arkadaşımız Çağlar Bozkurt oldu, kendisi ile ilgili bir sorunumuz yoktur, tereddütümüz kent konseyinin bağımsızlığı noktasında, belediye başkanı eliyle seçtirilmiş olmasındadır, şimdiye kadar yapılan işleri daha ileriye götürmesi temennisiyle, başarılar dileriz. 
Ne yazık ki yine yürütme kurulu üyemiz olan divan başkanı, kendisinin de içinde bulunduğu yürütme kurulunca hazırlanan tüzüğü sanırım hiç okumamıştı, genel kurul süresince yaptığı tüzüğe aykırı kararları ve antidemokratik tavrını bir kenara bıraksak bile, yürütme kurulunu yanlış seçtikleri anlaşılmaktadır, tüzük gereği gençlik ve kadın meclisi başkanları yürütme kurulunun doğal üyeleri olacaklar, bunun dışında 5 üye için oylama yapılması gerekiyordu, bunu hatırlattığımız halde yürütme kurulu üyesi olarak 7 üye için oylama yaptıkları anlaşılmaktadır. Bu nedenle yürütme kurulu seçimi tüzüğe aykırı gerçekleşmiştir. Bu konu genel kurul tarafından değerlendirilmelidir.
Bizler özveri ile Akyaka’nın birlikte yaşanacak daha iyi bir yer olması için çaba gösterdik, çıkarsız ve hesapsız, hiçbir unvan ve kadro, birlikte barış içinde yaşamaktan daha önemli değildir, yeni yönetiminde aynı ilkelerle, Akyaka’yı çıkarlara teslim etmeden çalışmasını dileriz.
                                                                                                                                             Devrim Bayar

Akyaka’nın Geleceği ?

Türkiye dünyada en güzel doğa manzaralarının, zengin doğal kaynakların, eşsiz tarihi ve arkeolojik zenginliklerin olduğu ülkelerden biri. Bizler, hepimiz bu güzellikleri yaşayabildiğimiz için çok şanslıyız, ama ne kadar daha?

Ne yazık ki, Türkiye doğal ve tarihi kaynakların korunması ve yönetilmesi konusunda çok çelişkilerin olduğu bir ülke.. Çevrenin korunması da bunlardan birisi. Bir tarafta çevrenin yönetimi konusunda olağanüstü güzel örnekler varken, diğer tarafta kötü örneklerinden birini de Akyaka’dan çok uzakta olmayan Yuvarlakçay’da tasarlanan barajda gördüğümüz Hidro-Elektrik Santralları (HES) var. Restorasyon ve çevrenin korunarak yönetilmesi konusunda Ölüdeniz ve Pamukkale’de parlak uygulama örneklerinin yanında  Türkiye’de çevre yönetimi son yıllarda düşüşe geçmiş görünüyor. Bu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği yolunda Çevre başlığında çok zorlanacağı ciddi bir sorun.

Bir yabancı olarak gördüğüm ve öğrendiğim kadarı ile Türkiye’nin çevre yönetimini çok kafa karıştırıcı bulduğumu söylemek durumunda olduğum için lütfen beni bağışlayın.

Akyaka’da olanları örnek alalım.  Türk eşimle birlikte Akyaka’nın  doğal güzelliğine aşık olduğumuz ve daha önemlisi yasalarla da korunduğunu öğrendiğimiz için Akyaka’da ev sahibi olduk. Ege ve Akdeniz sahillerinde birçok köy ve kasabada çok kötü şeyler olduğunu görmüştük ama Akyaka o gördüklerimizden çok farklıydı ve kendine özgü bir hali vardı. Kadın Azmağı ve doğusundaki sulak alan özel çevre koruma alanı olarak korunduğunu da öğrenmiştik. Hal böyleyken restoranların nehrin içinde inşaat yaptıklarını, ırmak kenarındaki sazlıkların temizlenerek otopark, otel bahçesi oluşturulduğunu gördüğümüzdeki şaşkınlığımızı tahmin edebilirsiniz. Bu gerçekten doğru olabilir mi ?

Yine biliyorduk ki, Akyaka’nın  Nail Çakırhan’la başlayan, binaların biçim ve yüksekliğini düzenleyen bir mimari plan yönetmeliği vardı. Evimizi satın aldıktan kısa bir süre sonra  ırmağın kenarındaki yamaçta ünü pek bilinmeyen “Nuh’un Gemisi” yükseliverdi – tüm yapay mağaraları, balıklı, güneşli duvar resimleri ve taş aslanları ile birlikte -  Yeni yapılan bazı evler ve apartmanlar ‘Ula’ mimarisine sadece sembolik bir saygı gösteriyor, bina yüksekliği için iki kat izin verilmesine karşın bazıları üç-dört kat yüksekliğinde  inşa edilebiliyor.

Peki  burada ne oluyor?

Akyaka’nın doğal zenginliği, görünümü ve yönetimi konusunda  kafamızın çok açık olması gerekir. Akyaka’nın ekonomisinin, ziyaretçiler ve turistler için eşsiz çekim gücünün  en önemli nedeni doğal güzelliğidir. Bu, Akyaka’nın ulusal ve uluslararası tanınmışlığının olağanüstü önemdeki unsurudur. Hata yapmaya görün, çevreyi, o çok sevdiğimiz doğal güzelliğini  bozar, tahrip edersek, Akyaka batı sahili boyunca yer alan birçok sıradan turistik beldesinden biri haline gelir – çirkin, betonlaşmış, anlamsız, Türkiye’nin gerçek kalbi ve güzelliği ile ilgisi olmayan ‘tatil köyleri’ ne dönüşebilir. Akyaka’nın bu olumsuz gelişiminden sorumlu olanların  bu temel gerçeği neden göremediklerini merak ediyorum.

Bu noktada uyarı için birkaç kelime söylemek gerekiyor – İspanyolca’dan. İspanyol turizm endüstrisi 1960’larda çok hızlı gelişti ve sonuç olarak nerdeyse bitme noktasına geldi. Özünde, İspanya kısa vadede hızlı kar etmeyi hedefleyerek çevreyi ve turistlerin genel olarak  keyif aldıkları ne varsa feda ederek aşırı kullanmış ve tatil beldelerinin aşırı gelişmesine izin vermişti. Sonuç olarak İspanya’ya 1970’lerde ve 1980’lerin başlarına kadar gittikçe daha az turist gitmiş, ta ki İspanya bazı önemli değişiklikler yapana, alternative olarak ekoturizmi geliştirene kadar. İspanya deneyimi tüm dünyada turizm konusunda ders olarak okutulmaktadır.

Akyaka’da çevre tahribatının geri dönüşü olmayacak şekilde, doğal güzelliğin bir daha geri gelmeyecek şekilde bozulduğu o en kötü noktada olduğumuzu düşünmüyorum.  Şunu söylemek istiyorum, Akyaka’nın turizm endüstrisini sürdürülebilir ve çevreyle dost bir şekilde, sektörün ihtiyaçlarıyla uyum içinde geliştirmesi ve büyütmesi gerekiyor. Bu son nokta çok önemli.  Akyaka sürdürülebilir, çevreyle uyumlu turizmin öncüsü  olabilir – Türkiye’nin turizm sahilleri boyunca köy, kasaba ve beldelerin örnek aldığı bir lider. Yani ekoturizm.

Akyaka aslında çevrenin daha iyi yönetilmesi için gerekli kaynaklara zaten sahip olduğu için çok şanslı.  Akyaka’da yaşayan herkesin sesi oan bir Kent Konseyi var, şimdi de Akyaka’nın geleceğini sürdürülebilir gelişim planları üzerine oturtmayı hedefleyen Cittaslow üyeliği. Akyaka çevre projelerinin parçası olması nedeniyle, beldede çevre yönetimi konusunda yeterli uzmanlık ta mevcuttur.

Affınıza sığınarak bir öneride bulunabilir miyim? Akyaka’nın etkin bir çevre  yönetimi sağlayabilmesi için iki şeyi sağlaması  gerektiğini düşünüyorum.

Birincisi planlama. Bu uzun vadede Akyaka’nın geleceği ile ilgili stratejik planlardan, tek tek  bireysel restorasyon, inşaat faaliyetlerinde çevre etki değerlendirme çalışmalarının yapılmasına kadar uzanıyor. Böylece küçük büyük her projenin stratejik planlarla uyumluluğu aranmış olacak, uygulamanın çevreyi bozmak yerine onunla uyumlu olmasını sağlayacaktır.

İkinci önemli koşul, Akyaka’da yaşayan herkesin çevrenin korunarak yönetilmesi konusuna sahip çıkmasının gerekliliği. Bu bizim ortak sorumluluğumuz ve karşılıklı ortak menfaatlerimiz için gerekli. Çevrenin korunması çalışmalarına hepimizin dahil olması gerekli, burada yaşayanlardan geçimini Akyaka’dan sağlayan işletmelere, turist ve ziyaretçilerden belediyeye, seçilmiş yöneticilerden devlet kurumlarına kadar . Şu veya bu grubun toplumun ortak çıkarlarını gözardı etmesi iyi olmayacaktır. Kararlar ortak çıkarlarımız için çoğunlukla, tercihen fikirbirliği içinde alınmalıdır. Bunun birlik ve beraberlikle, fikirbirliği içinde demokratik bir girişim olması gerekir –ortak bir amaçla, diğerlerinin haklarına saygı konusunda birlikte hareket ederek.

Akyaka’nın geleceği için çok  umutlu ve iyimserim. Türkiye’de  birçok olumlu gelişme yaşanıyor ve demokratikleşme konusunda Kuzey Avrupalı kuzenlerinin önünde gidiyor. Bunu görmek  çok güzel ve  beni mutlu ediyor. Türkiye’deki bu yeni ruhun avantajını kullanalım ve Akyaka’nın olumlu geleceği için harekete geçelim.  Dahası, çocuklarımıza ve torunlarımıza güzel ve iyi korunmuş bir Akyaka bırakmanın hepimizin ortak dileği olduğunu düşünüyorum, doğru değil mi?

Simon J.A. Simpson  (Çeviren : Serdar Denktaş)
Akyaka, Tükiye – Ağustos 2011

Makalenin Today's Zaman'da yayınlanan ingilizce metni için :
http://www.todayszaman.com/newsDetail_getNewsById.action?load=detay&newsId=254787&link=254787

Sahi kim ki yabancı dediklerimiz?

                                                                                             Hâlbuki hiç kalıcı olmayı düşünmedim
                                                                                             Sessizce geçip gitmedeyim aranızdan

Sosyolog George Simmel bir tip olarak yabancıyı bugün gelip, yarın gidemeyen olarak tanımlar. Nasıl ki turist bugün gelip yarın giden kişi ise - gidebiliyor çünkü-  yabancı da bugün gelip yarın geldiği yere dönemeyen kişidir. Modern hayatta kim yabancı değil ki, kimler yerinden edilmedi ki: şehir hayatı, iş bulma kaygısı, göçlerle artık hepimiz birer yabancı değil miyiz? Gittiğimiz her yeni yerde yabancı olmuyor muyuz? Akyaka bunun en bariz örneği: Türkiyeli ya da değil Akyaka’ya sonradan yerleşmiş herkes yabancıdır burada. Tamam öyle ama bu durumu öyle kullanırsınız öyle anlarsınız ki yabancı olmak bir meziyet olur ama öyle kullanırsınız ki hakaret olur, hedef göstermek olur. Hrant Dink bu seçeneklerden hangisinin örneğiydi dersiniz?
Yabancı olmak-lığın öyle güzel bir yanı vardır ki Türkçenin en güzel kelimelerinden bir tanesine hayat verir: İmkân. Yabancı gözü, yabancı bakışı hayatın başka türlü de yaşanabilirliğine kapı aralar. Eleştirel bir gözdür, sorgular, sorgulatır: gelenekleri, görenekleri, doğru olduğunu düşündüklerimizi, güçlerimizi, yaşama bakışımızı, dilimizi, dinimizi yani bütün bir kültürü sorgulatır bize bir yabancı. Üzerine hayatımızı kurduğumuz ve böylece hayatı ürettiğimiz değerlerin sorgulanması ve tazelenmesi insan olmanın erdemi değil midir? Tutuculuğumuzun sınırlarına ermek ve o sınırları aşmaya meyletmek muhteşem değil midir? Kendimizi aşmaya çalışmak, tekâmül etmek hayatta sırrına erilecek, verilecek en önemli sınavımız değil midir? Yaşama sanatını keşfetmenin en güzel, en olmazsa olmaz uğraklarından birisi değil midir? Çünkü hayat kurulur; hayatın içindeki her şey kurumlar, aile değerleri, toplumsal değerler, devletler, ilişkiler hepsi birer inşadır ve inşa olan her şeyin kurulduğu gibi yıkılabileceği, değişebileceği, dönüşebileceği gerçeğini es geçemeyiz. Kurulan her şeyin hataya açık olduğunu, hatalar yapılabileceğini ve tarihte her toplumun, her kurumun hataları olduğunu defalarca görmedik mi? Hatalardan kaçamıyoruz, hata insana özgü ama önemli olan insanın hataları ile yanlışları ile yüzleşmesi değil mi? En önemlisi bu değil mi? Ancak bu eleştiri ile tazelenebiliriz, eleştiri sayesindedir ki kendimizle, toplumumuzla, başka toplumlarla yüzleşebilir ve hataları tekrar etmemenin imkânına kavuşabiliriz.
Bilmedikleştirme diye bir kavram vardır. Bize çok doğal gelen, hep öyle olduğunu sandığımız pek çok şeyin insan yapımı olduğunu yani beşer olduğunu hatırlatır bize. Yine coğrafyamızda çok kullanılan güzel bir deyim burada çok yerinde olur: beşer, şaşar. Devlet, aile gibi doğallığına gömülü olduğumuz kurumlar, dinler hepsi sorgulanmaya ve eleştirilmeye açıktır. Ancak felsefeden, hayatın dolayısıyla zamanın ve mekânın kurulan gerçeklikler, üretilen, inşa edilen gerçeklikler olduğundan öylesine uzak yaşıyoruz ki onların da sorgulanabileceğini unutuyoruz. İyi ve adil bir yaşamın ise unutmaya gelmediğini, adil ve iyi bir hayatın sürekli sorgulanarak üretilmesi gerçeğinden kaçıyoruz ya da erteliyoruz. İşte bu doğallığa teslim olmamak için her şeyi bilmedikleştiren o bakışı öğrenmeye ya da işletmeye çok ihtiyaç var. Yabancı da bilmedikleştirme mekanizmasını işletmeye önemli ölçüde yardımcı olur. Bu yabancı gerçekten başka coğrafyalardan gelmiş insanlar arasından çıkabileceği gibi aynı coğrafyada yaşadığınız hemşerileriniz arasından da çıkabilir. Bir hemşerinizin o yabancı bakışını gerçekleştirmesi ise askıda bir yaşamı davet etmesi, bağlanmadan bir yaşam sürdürmeye çalışması ile gerçekleşir. Bir insan için bağlanmadan bir hayat sürmesi ne demektir diye soracak olursak en basitinden sırtını yaslayacak hiçbir güç odağının olmaması demektir. En çok aydınlar arasından çıkması beklenir bu bağımsız düşünürlerin. Bağımsız olmalarının önemi adil olana hizmet etmeleri ve hiçbir güç odağı ya da kişisel çıkar adına gerçeği çarpıtmamaları, gerçekle yüzleşebilme cesareti gösterebilmeleri ve tamahkârlıktan uzak durabilmek gibi mesnetlerden beslenir. Böylesi değerlerin bir hayli azaldığı toplumsal yaşamlarımızda bu değerleri taşıyan insanlar da kendiliklerinden yabancı olmuyorlar mı sizce toplumsal ortama.
Lafı daha fazla uzatmayı çok hak eden bir konu olmakla birlikte ve ettiğim bunca laf için mazur görülmeyi isteyerek daha çok kereler yüzleşmemiz gereken bu konuya dönmek zorunda kalacağımızı düşünüyorum. Öyle ki modern yaşam üzerine temel eleştiriler ve acilen etik bir hayata dönüşün ve etik değerler üzerine yükselen toplumsal bir yaşamın bugünkü kesişim noktası, en önemli tartışma konusu da budur: Öteki. Öteki, bir başkası, diğer yüz, başkalarının değerleri, başkalarının yaşamına saygı üzerine temellendirilmeyen toplumsal hayatlar ne yazık ki toplumsal barış üretemiyorlar. Toplumsal ortamımızda savaş çığırtkanlığının ayyuka çıktığı şu günlerde bu çığırtkanlığa ortak olmamak gerekir. Dolayısıyla yaptığımız, söylediğimiz her sözün farkında olmadan bu çığırtkanlığa hizmet edecek olması çok acı sonuçlar doğurmaktadır. Yani hayat hiç ummadığımız şekilde şeyleri, durumları, anları, olayları birbirine bağlıyor. Adını vermeyeceğim bir arkadaşın pek güzel ifade ettiği gibi hali pür melalimiz bu mu olmalıdır: “Akyaka’da yaşayan bizlerde buranın sorunlarını biliyoruz ama AKP’li başkan gelecek diye hasbel kader seçtiğimiz başkanın yetersiz kalması nedeni ile bu konuları malesef yabancılar dile getirmekte ve bizimde bunları alkışlamamız umulmaktadır”. Ne yazık ki bu sözlerin özrü kabahatinden büyük olan içimizden birisine aittir. Evet, bu özür kabahatinden daha büyük. Bir kere AKP’li başkan da gelse CHP’li başkan da gelse gelenlerin tarafları da olsak bu kadarı demokrasiyi inşa etmek için yeterli midir ki? Parti yardakçılığı olamaz bizlerin işi. Bir kere hangi parti gelirse gelsin hangi başkan seçilirse seçilsin bizler tek adamlar seçmiyoruz. Bizler bir ekip seçiyoruz. Bizler bir ekibin programlarını, projelerini seçiyoruz. Toplumsal adalet adına en iyisini yapmaya çalışacak olanı seçmiyor muyuz? En azından benim için seçimin anlamı bu. Ama seçmek yetmiyor, yetmez. Seçilen ekibin, başkan ve adamlarının değil (!) başkan ve belediye meclisi üyelerinin seçimler öncesi söz verdikleri, yapmayı vaat ettikleri, sundukları planları, projeleri takip etmek bizlere düşer. Dedik ya beşer, şaşar. O zaman onlara eylemlerini hatırlatmak gerekir, yanlış yaptıklarında eleştirmek, iyi yaptıklarında ise takdir etmek gerekir. Ama görülen o ki bizler sadece başkan seçiyoruz, başkan adamlarını belirliyor ve gerisi Allaha emanet, sonra canları ne isterse onu yapıyor ve bu boşluğu onlara biz bırakıyoruz. Öncelikle buna müdahale etmek gerekir diye düşünüyorum. AKP’li belediye istemiyorsanız bunun için çalışın. Ama bu kötünün iyisini seçmek anlamına gelmemeli. Bunun için özellikle nispeten küçük ilçelerde ya da Akyaka gibi beldelerde akrabalık ilişkileri üzerinden yürütülen politikalara son vermek adına mücadele etmek gerekir. Bilirsiniz işte belde ikiye bölünür, yarısı bir partilidir, diğer yarısı diğer partili. Ve halka verilen sözler, vaatlerle seçim kazanılmaya çalışılır, sonra başkanlar oy verenlere hayır diyemez hale gelir ya da oy verenler çıkarları adına başkanlarının arkasında başkanım, başkanım diye gezinir. Bu resme son vermek gerekir. Bunun için sivil örgütlenmeler önemli olur. O zaman akrabalık ilişkileri üzerinden değil de vatandaşlık, yurttaşlık, hak ve hukuk üzerinden ve herkesin bir birey olduğu, birey kabul edildiği ve hissettiği ilişkilere girilir. Örneğin turizmcilerinizin birliği olursa, örgütlenirlerse turizmciler kendilerini yalnız hissetmez, sorunlarını örgütleri üzerinden halletmeye çalışır. Belediye ile bir sorunları olduğunda bir birlik olarak belediyenin karşısında bulunur ve yalnızlaştırılmaz. Ayrıca belediyenin bir kusuru olursa, görevini kötüye kullanırsa da turizmciler birliği olarak yasal yollarla haklarını arayabilirler. Ya da restorancıların, el sanatçılarının, turizm işçilerinin, ev kadınlarının, taksicilerin ve işte başka esnafların örgütleri olursa güçlenmiş olurlar ve seçim zamanı geldiğinde de bütün bu kesimlere eşit ve adil davranabilecek bir başkan seçilebilir. Böylece seçim çalışmalarının biçimi de değişir. İnsan ilişkileri de değişir. Akrabalık ilişkileri ve ahbap çavuş ilişkilerinden arınık bir toplumsal ortam hak ve adaletin gerçekleşebilmesi için ortam yaratır ve böylece başkanlarla girilen kişisel çıkar ilişkilerinin önüne geçilebilir. Ve bu tür ilişkilerle ziyadesiyle kirlenmiş politik ortamlarımızın acilen bu tür temizlikler için örgütlenmesi gerekir.
 Dünyanın küreselleştiği şu dönemde hiçbir ülke yalıtık bir toplumsallık yaşamıyor. Dünyanın bütün ezilenleri başka bir dil kullanmaya başladı artık. Yabancı olarak adlandırdıklarımızı, hor gördüklerimizi, itip kaktıklarımızı yeniden değerlendirmek zorundayız ve bu bir program işidir. Dünyada ve Türkiye’de barışa bu kadar çok ihtiyaç olduğu bir dönemde gelecek seçimlerin değerlendirmesi bile bu konuya partilerin tanıdığı öncelik üzerinden yapılabilir hatta yapılmalıdır.
Yabancı içimizden biridir. Her birimiz modern hayatın yalnızları, yabancılarıyız. Geniş düşünmeliyiz, sınırlar ötesi çünkü dünya bizlerin biricik Türkiye’sinden ibaret değildir. İnsan aynı zamanda dünya vatandaşı olmaya da çalışmalı,  sadece bir din yetmez ruh işçisi de olmalı. Aile sadece anne baba kardeş değildir, içine katabildiklerimizle çoğalır. Bir bahçesi olsun ister aile ve hayvanları; şairler ister, ressamlar, romanlar, filozoflar, düşler ve yolculuklar ve bilmediğimiz, tanımadığımız diyarlardan misafirler; yoksa yoksullaşır aile. Gönül yoksulluğunu kanla zenginleştiremeyiz, sadece bayrak ve marşla, oluk oluk akan kanla bir ülke inşa edemeyiz. Ayrımcılıkla barışı ikame edemezsiniz, edemeyiz. O zaman inanıyorum ki cennet Türkiye bağrındaki bir başka cenneti de gösterir bize… Yoksa tahammül göstermek istemediğimiz herkesi ve her şeyi yabancı diye ortadan kaldırmaya, insanlıktan çıkarmaya ya da kafeslerin ardına atmaya çalışmak işten bile değildir. Ama bizler artık adil bir hayatı gerçekten hak ediyoruz, onca acıdan sonra. Artık çoktan bedelini ödediğimiz adaleti imtiyazsız olan herkes için istiyoruz.  
Saliha Yazgaç

İTİRAZIN İKİ ŞARTI
çok olmadığımız kesin
çok olan tarafta değiliz
çok olan tarafta olmayacağız
türkiye'de kürt olacağız
kürtlerde ermeni
ermenilerde süryani
gidip almanya'da türk olacağız
hollanda'da surinamlı
fransa'da cezayirli
iran'da azeri
amerika'da zifiri zenci olacağız
çoğalan zencide mutlaka kızılderili
israil'de filistinli
köpeğin karşısında kedi
kedinin karşısında kuş olacağız
kuşun karşısında börtü böcek
hakemler hep karşı takımı tutacak
ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı
çiçeklerden kamelya olacağız
az kolumuzun tarafında
solda olacağız
bu itirazın ilk şartı
solda da az olacağız
devrimi çoğaltırken çünkü
bir başka devrime hızla azalacağız
bu da itirazın ikinci şartı...
nevzat çelik

Biraz Düş Biraz Gerçek Yürü Kızım Kim Tutar Seni

Dağlılar ve Bağlılar Üzerine
Yıl büyük kent konseyleri toplantılarının başladığı 2011’ lerin sonlarıydı. 2000’lerle birlikte elektrik ışıklarının gece gündüz aydınlattığı dünya bu ışıklardan intikam alırcasına karanlıktı aslında. Karanlığın sessiz gölgeleri dört bir yandaydı. Işıklarla donatılmış da olsanız adını koyamadığınız, cisimleştiremediğiniz bir şeyler vardı daima etrafta. Korku bütün havayı sarmıştı sanki. Dur durak bilmeyen karanlık yağmurlar günler boyu yağarken cüppe gibi yağmurluklarına sarınmış insanlar akıyordu asfaltlardan. Horlanmaktan, itilip kakılmaktan ve aç bırakılmaktan biçimsizleşmiş sokak köpekleri çöp yığınlarının etrafında kümelenmiş, zaman zaman ortalığı kaplayan acı inleyişleri yarıp geçiyordu bu karanlık tini. Köpeklerin irkilten seslerine kulak kabartan biri bazen sesin geldiği yöne doğru dönüyor ve birgün biz de böyle inleyecek miyiz acaba diyen içindeki sesten oradan hızla uzaklaşarak kurtulacağını sanıyordu. Onca parıltının ortasında ruhlarını karanlık basmış bu şehrin çocukları yoktu. Varsa da nerede olduklarını biz bilmiyorduk, onları ortalıklarda hiç görmüyorduk. Bir çocuk ağlaması ya da bir çocuk kahkahası duymayalı nice zaman… Peki ben hiç çocuk olmuş muydum? Anılarım var mıydı? Dizlerimi yaralamış mıydım sokaklarda koşarken? Evet, arada çocukluğum fırlayıp geliyor bir yerlerden nadir bir kokuyla uyarılarak ya da öyle bir karşılaşma bazı çağrışımlar taşıyor çocukluğumdan bana. Ama ne yazık ki bir gece vakti şehir yönetiminin açtığı bir çukurda ölecektim ki kurtardılar ve ne yazık ki o çukurda kaldı anılarımın çoğu, hatırlanmadılar bir daha. Belki de böylesi daha iyi. Yoksa onca güzel anı bu boktan dünyaya dayanmamı daha da zorlaştırabilirdi. En güzel anılarım felaketim olabilirdi ya da bu benim züğürt tesellim, kim bilir ki!
Şehirleri zenginler ve belediye başkanları ve onların komiserleri yönetiyordu. Çok zaman bu adamların kimler olduğunu bile bilmiyorduk. Cafcaflı propagandalarla, sokaklardaki yoksulluğa inat inanılmaz paraların harcandığı reklam kampanyalarıyla, zenginliğin ve akrabalık ilişkilerin bir araya getirdiği insanların oylarıyla seçimlerden evvel seçilmesi karar verilen kişiler yönetimlere getiriliyordu. Sadece seçim dönemlerinde yüzlerini görebildiğimiz bu kişiler seçimden seçime dillerinde yer verdikleri adalet, mutluluk, eşitlik laflarını şöyle bir duyduğumuz konuşmalarını adet üzre yapıyorlar ve bütün iğretilikleriyle balkon konuşmalarını gerçekleştirdikten sonra bir ordu ve polis teşkilatı eşliğinde balkondaki yerlerinden ayrılıyorlardı. Ve herkesin alıştığı ve içlerinden pek azının itiraz ettiği sefalet şimdiye kadar nasıl akıp gittiyse öyle akıp gitmeye devam ediyordu lağım suları nasıl akıp gitmeye devam ediyorsa cafcaflı reklam panolarının, müzikli, neonlu vitrinlerin ve gösteri dünyasının arasından. Lağım fareleri gibi ortalıkta dolaşıp duran birileri, o birileri artık yoksulluktan, çok çalışmaktan ve yalnızlıktan… İşte bu lanetlenmiş hayata dur demek isteyen birileri vardı yine de, hep olduğu gibi. Kent konseyleri aracılığı ile halkın yönetime ortak olması gerektiğinin mücadelesini vermeye çalışıyorlardı ama işleri çok zordu. Çünkü eleştiriden nefret eden yönetimler onları ortadan kaldırmak, seslerini kısmak, yollarına taş koymalarını engellemek için her yolu deniyorlardı.
 Yönetim kent konseyinin eleştirilerini hazmedemiyor, en ufak bir eleştiride küplere biniyor, eleştirenlerin yollarını tıkamak için elinden geleni ardına koymuyor, intikam düşkünü ağzından salyalar akıtıyordu. Yoksulluk ve yalnızlık halkın kaderi olmuştu. Zenginler zaten zenginlerdi ve zengin olukları için her zaman muhafazakârlardı, asla değişim istemiyorlar, hiçbir zaman yönetime muhalif olmuyorlar, yönetimi eleştirmiyorlardı. Çünkü zenginlerin ve yönetimin çıkarları ortaktı, onlar birbirlerini var etmek için vardılar. Devletin yoksul olan, işsiz olan, yalnız olan, çocuklarını iyi okullara gönderemeyen, hayatın para ile zenginlik ile varılan tatlarına asla varamayacak olan ama yine de kanaatkâr, yine de intikamdan medet ummayan, yine de isyan aklına en son gelecek olan mahcup kesimi olan gerçek halk için varolduğu apaçık bir yalandı. Artık bu halk yönetenlerin kendilerine daha iyi hayatlar vereceklerine inanmıyordu. Kavga, ihanet, yalan, dalavere, halkın vergilerini yönetenlerin kişisel mülklerine çevirmesi sıradanlaşmıştı. Sokaklarda ikili bir hayat vardı: bir yanda zenginliğin cafcafı zevksiz, şamatacı, gürültücü ve estetikten uzak binalar, giysiler, müziklerle düşkünleşmiş bir hayat, bir dekadans olarak kendini sunarken diğer yanda çok çalışmaktan bitkin düşmüş, yorgun yüzler sıradanlığı bir ucundan olsun yakalayabilmek için büyük bir kaygı içindeydiler. Mutsuzdular o kesin çünkü hayatın anlamı sorusu gittikçe daha çok yakalarına yapışıyor, bir gün onlar da azıcık olsun mutlu olabilecekler mi artık bunun için hiç umutlanamıyor, çocuklarına nasıl bir hayat sunacaklarını düşünemiyorlardı bile. Mutsuzluk ve keder ruhlarını ve akıllarını körleştiriyor, bu yüzden kendi içlerinde de parçalanıyor, bu düzenin değişeceğine inanmıyor ve bu yüzden de hiçbir şey yapmayanlar da oluyordu. Kimileri de onları soyup soğana çevirenlerle kısa vadeli amaçları için işbirliğine giriyor ve bunu yaparken kendileri gibi yoksul olan pek çoklarına ihanet ettiklerini düşünmüyor, bu kısa vadeli amaçlarının geri kalanlar üzerinde ne büyük zararlara mal olduğunu görmezlikten geliyorlardı. Durum dünyanın pek çok yerinde kötü gitmekteydi. Gün geçmiyordu ki yeni bir ülkede yeni bir şehirde daha isyanlar çıkmıyor olsun. Ve bu isyanlar ne zafer sarhoşluğu içinde sonlarının gelmekte olduğunu göremeyecek kadar körleşmiş olan zenginler ve yönetici sınıfın ve ne de mutsuzluk ve kederden önünü göremeyen yoksul sınıfın umurlarındaydı. Ah bu mutsuzluk yok muydu? Mutsuzluk aklı kör ediyor ve kendilerinin başkaları tarafından yönetilmelerini sağlıyordu ama bunu göremiyorlardı. Ve fakat bu sözünü ettiklerimizin dışında bir grup insan daha vardı. Onların derdi yönetmek arzusu olmamıştı hiçbir zaman. Başkalarını yönetmenin, şıkıdım koltuklarda oturarak gerçekte çalışmalarıyla, emekleriyle kendilerini zengin eden yoksul halkın önünde böbürlenmek, gerinmek hiç onlara göre olamazdı, olmamıştı. Onlar zenginlikler için değil adalet için insanlık onuru için her şeylerini verirlerdi. İstedikleri salt buydu. Ne var ki yüreklerin derinliklerine kadar kök salmış olan zenginlik hırsı ve umutsuzluk yüzünden böyle insanların var olabileceğine hiç kimseler inanmıyordu. Şayet birileri adalet için, insanlık onuru için yönetenleri eleştiriyorsa mutlaka bunu bir amaç uğruna yapıyor olmalıydı, o amaçta onların yönetme hırsı olabilirdi ancak. Böylece onları düşmanları olarak görüyor ve hemen onlara karşı bir karalama kampanyası başlatılıyordu. Hâlbuki öyle insanlar vardılar. İstedikleri sadece herkes için adil bir hayattı. Savaştan nefret ediyorlar, insanın hak ettiğinin aşk olduğunu düşünüyorlardı. Hayat onlar için aşk ve şiir demekti. Aşk ve şiire ise ne zenginlikle ne de yönetme hırsı ile ulaşılabilirdi. Aşk ve şiir başka türlü bir varoluşun ödülleri ve gerçeği idiler. Bu gerçeği anlatma işi de onlara düşüyordu. Hiç kolay değildi bu elbet. Bu uğurda ne çok kayıplar verilmişti ama onlar da biliyordu ki bu uğurda kaybedildikleri düşünülenler gerçekte hep kazanmışlardı ve kazanıyorlardı. Şiir kendisini var edenleri hiç şiirsiz bırakmamıştı. Sorun yönetme hırsı ve zenginlik kaygısı ile dopdolu olanların her cepheden saldırıyor oluşları idi. Bu uğurda aileyi kullanıyorlar, aşka ve şiire gönül vermiş genç ve diri yürekleri ana babalarına kırdırmak istiyorlardı. Düzgün, dürüst aileler istiyoruz, erkek gibi erkekler istiyoruz, vatanını kanı ile koruyacak, ırkına biat edecek erkekler istiyoruz diyorlardı. Gencecik çocuklarını savaşlara göndermekten hicap duymuyor bununla gururlanıyor gerçekte ise kendilerini koruyorlardı. Çünkü zenginlerin ve yönetici sınıfın çocukları gitmiyorlardı savaşa, savaşlara giden savaşlarda ölen yoksul halkın çocuklarıydı. Geride gencecik dul kadınlar, öksüz evlatlar kalıyordu ve bu mutsuz insanların tek gurur kaynaklarının ise sadece vatana kurban gitmiş çocukları olduğu yanılgısı yaratılıyordu. Öbür yanda ise duvarlarla, muhafızlarla, teknolojik aygıtlarla korunan ulaşılması zor evlerinin arkasında vatan için kendilerinden hiçbir şey vermemiş olanlar kadehlerini tokuşturarak, iğrenç kahkahalarını savurarak eğleniyorlardı. Yetmezmiş gibi aşk ve şiir diyen, çalışmayı eleştiren çünkü çalışmakla kast olunanın başkaları için kölelik olduğunu bildiklerinden köleliğe hayır diyen, barış şarkıları söyleyen, orman perilerine inanan ve melekleri seven, ne babanın ne tanrının ne komutanların ne de başbakanların otoritesini reddeden, bildiğinizden bambaşka bir hayat mümkündür diyen kadınlar ve erkekler ki alışverişi pek sevmezdiler, müziğe ve dansa meraklıdırlar, enstrüman yapmayı bilir ve sevişmekte ustadırlar, hayvan eti pek yemezler, ot toplamayı bilir ve kendi ekmeklerini kendileri yaparlar, evleri değil açık alanları yatak belleyip geceleri yorgan diye gökyüzünü üzerlerine çekerler, kan değil gönül kardeşliğini bilirler, ant değil şarkıların sonsuzluğunda birleşirler, ırk değil renklerin farklılığından ve farklılığın hazzından demlenirler, bir bayrak değil bütün bayrakları, bir dil değil bütün dilleri, bir yurt değil bütün yurtları sahiplenir, kardeş bilir, kendilerini onlardan onları kendilerinden sayarlar.. İşte bu insanlar zenginlerin ve yöneticilerin dalavereleri, kışkırtmaları ile işsiz bırakılıyor, merkezlerden uzaklaştırılıyor, ana babalarına düşman ediliyor, çevrelerince suçlu ilan edilmeleri için her şey yapılıyordu. Bu yüzden her cephede savaşmak zorunda kalıyorlardı. Hareketli göçebe hayatlarından dolayı onlara dağlılar deniyor, ovaları sonsuza kadar kendilerinin belleyen ve kendilerini halkın çocuklarına bekleten, bakıtan zenginler ve yöneticiler ise ovaları askerleriyle, bayrakları ve silahlarıyla sonsuza kadar bizim topraklarımız diye sahipleniyorlardı. Ölüm onlar için değildi sanki evet çünkü onların bekası adına başkaları ölüyordu. Öyle olunca kendilerinin dışındaki herkesi, her sesi susturmak istiyorlardı, öldürmek istiyorlardı, eleştirileri duymak istemiyorlardı, onlar yabancılardı, onlar dış mihraklardı, onlar halk düşmanlarıydı. İşte halkı böyle kafalıyorlardı. İşte böyle bir tarihsel ortamda gerçekleşmişti Akyaka Kent Konseyinin seçim toplantısı. Seçimi hile ve hurda ile onlar kazandılar. Ama anlamadıkları şu, tabii ki başkan bir başkası olabilir, buna hiçbir zaman hayır demedi ki eski yönetim. Sorun yeni yönetimin hileyle bunu gerçekleştirme tarzı ve bunu yaparken kendilerinin Akyakalılığına sığınıp yıllardır Akyaka’da yaşadıkları, paralarını Akyaka’da harcadıkları halde Akyakanın Akyaka olmasında Akyakalı olduklarını düşünenlerden daha bile çok emek sahibi olanları yabancı ilan etmelerindeydi. İşte kötü olan buydu. Hâlbuki ne çabuk unutuyorlardı belediye başkanı da yabancı dediklerinizin oylarıyla seçilmemiş miydi? Ey Ahmet Çalca seni biz seçmedik mi biz dağlılar. Demek ki bundan sonra seni seçmeyeceğiz, seçmenlerini bu kadar kolay unutan, onları yüz geri eden bir ovalıyı seçmeyeceğiz bundan sonra demek ki, bu bütün ovalılara da ders ola. Demek bundan sonra dağlılar ovalılar olarak ayrıldık. Bu bir milat mı olacak bizler için, peki öyle olsun artık yerliler yabancılar tartışmasını ovalılar yani bağlılar ve dağlılara evirmiş bulunuyoruz. Ve çok da iyi biliyoruz ki ovalılar dağlıları her zaman düşman bellemiş, onlara terörist demişlerdir. Hâlbuki bir bilseniz dağlarda yıldızlar nasıl da parlak olur ve dağlıların inceliği hiç mi hiç benzemez ovalıların nekes nezaketine. Böyle mi konuşalım yani şimdi. Sen söyle ey öğretmen hoca. Eski başkan çekilsin de nazikçe seçimden hile ile dalavere ile seçtiğiniz yeni başkan gözlerini kapasın bu hile hurdaya ve başkanlığını kabul etsin öyle mi? Galiba öyle bundan işte dediğim nekes nezaket, düşmanınız değiliz, dağların yüceliğini görmenizi her zaman isteriz. Ve fakat bize düşmanlık edenlerle çarpışmaktan da çekinmeyiz hiçbir vakit, haberiniz ola. Birde dağlı lafını çok yakıştırıyorum kendime, bir iltifat benim için öbür yandan da bir arzunun ifadesi çünkü evet hakikaten dağlarda olmak gerçek bir lütuftur insana, yükseklerden daha geniş ufuklardan bakmak ovalara, görüş açımızı genişletmek, ruhumuzu engin ufukların şiiriyle beslemek ki tatmin bulsun ruh yücelikten, kendine yetecek kadarından fazlasını istemesin, yücelik arzusunu besleyemediğinden, tatmin edemediğinden açgözlülüklere boyun eğdirilmesin ruh, aç kaldım sanmasın, bundan korkuya kapılmasın, işte bunları dağ öğretir insana, dağ sanmayın ki her zaman safi serliktir, azlıktır, yoksulluktur, yokluktur, oranın inceliği bağlıların nekes nezaketine bundan benzemez işte!
Son kent konseyi toplantısının bomba lafı dağdan gelmişler bağdakini kovuyorlar oldu. Oradaki ruh halini hissedebilmek için görülmesi gereken bir toplantıydı. Belediye Başkanı ve adamları kılıçlarını kuşanıp gelmişlerdi. Bir hücumdu yani yaptıkları akılları sıra ve ne yazık ki tüm intikam savaşlarında olduğu gibi hilenin kokusu ve görüntüsü mide bulandırıcı ve gözleri şiddetle rahatsız ediciydi. Öyleydi, ne yazık ki! Bu savaşta halkını gönendirmeye ant içmiş başkan kimseye söz vermeyecek neredeyse. Ey halkım diyerek fırlıyor ikide bir sahneye: Sağ elini havaya kaldırarak ey halkım akan koyu kırmızı kanlarımız üzerine yemin etmek isterdim ama Azmak kirlenir o yüzden şimdilik onu bir kenara geçelim, ama maliye binasının oraya açtırdığım nefis çukur var ya ki hayırlısıyla şu savaştan alnımızın akıyla çıktığımızda oranın adını Ahmet Çalca çukuru koyacağım işte o zaman, işte o zaman bu münafıkların, bu deyyusların, bu aile düşmanlarının, temiz, düzgün, dürüst ilişkileri kendilerine bir türlü öğretemediğimiz bu dağlıların başlarını işte o Ahmet Çalca çukurunun başında keseceğiz, kanlarını oraya dökeceğiz, ey bağlılarım, ey halkım ben sizin babanızım, ben sizin babanızım diye diye atıyordu kendisini sahneye Ahmet Çalca.  Galiba bu adamın baba olma zamanı geldi de geçiyor, hep kadınların hormonlarının çocuk meselesinde çok aktif olduğu konuşulur. O zaman gelsin de görün bakın hangi değme kadın hormonlarının sesine, direncine kulak tıkayabiliyor, hah ha… ama durum pek öyle değil anlaşılan, nitekim bizim başkan acilen bir çocuk yapsa da padişahlığını devretse artık. Hakkaten padişah olacak adammış ama yanlış zamanda doğmuş ne yazık cumhuriyet pek ona göre değil nitekim, o tam bir baba olma sevdalısı ve fakat feminizmin öneminin görmezden gelinemeyecek kadar önemli olduğu şu zamanlarda bir belediye başkanının halkını kucaklama adına babalığa soyunması da çok fena halde psikanalitik bir delik olarak yamanmayı ummakta. Ve fakat artık delik yamama zamanlarını geride bıraktık. Yok artık öyle yeniden uydumculuklara göz kırpmak. Bu delik harbi bir etki yaratmak derdindeyse en güzeli onu kopuşuna bırakmak. Kopsun canına yandığımın nereden kopacaksa, mertçe olsun madem aşkta sapıklıkta.

Saliha Yazgaç

Belediye Başkanı Ahmet Çalca'ya Mektup


 

Belediye Başkanı – Ahmet Çlaca,
Akyaka Belediyesi,
Akyaka,
Ula/Muğla,
Turkiye.
30 June 2011

 
Dear Ahmet Bey,
Please forgive me for writing to you in English.

You may remember that you came to my photographic exhibition in 2008 and I
sent you some photographs later the same year.

I am writing to you about the destruction of the river bank along the North side
of the Kadın Azmak, from the Cennett Restaurant to the harbour – nearly one
kilometre. I was witness to some of this destruction, done by a JCB digger scrapingup
the bottom of the river bank and ripping-out the reed-beds.

I remember you telling me the great pleasure you got from my photograph of the
geese on the Azmak – a photograph I can no longer take since the river bank has
now been destroyed. Please see the photographs at the end of this letter, which
clearly show some of the awful state of the river.

I do not know how this happened but I do know this is a very bad thing for
Akyaka. What will the tourists and visitors in the summer think ? Not good, I
believe.

Furthermore, Akyaka is now under international attention since it is now an
accredited Cittaslow and it has been part of international environmental studies.
What will the international community think about this kind of reckless
environmental destruction ?

Clearly the river needs to be restored to its former state – the rocks need to be
carefully placed back in the river (not scraped back by a JCB digger) and the reedbeds
need to be replanted or encouraged to grow once again. Fortunately, this is
damage that can be reversed. But action needs to be taken quickly before some of
the restaurants start using the cleared areas as car parks.

May I, most respectfully, make the following suggestions:
1. The river is immediately restored to its former condition. The rocks and
stones need to be carefully returned to the river bed and the river bank
restored. This needs to be done sensitively, and with manual labour
without using a JCB digger.
2. The reed-beds need to be encouraged to re-grow, and where they cannot
they need to be replanted.
3. The restaurants and business along the river bank need to be told not to
use the newly cleared areas as they will be restored. Barriers need to be
put up to protect these areas from further damage.
4. An environmental restoration and protection plan needs to be drawn up
for the river area and approved by the Kent Konseyi.
5. May I most respectfully suggest that you and your staff go on some
environmental management courses to learn how to manage the
environment in a sympathetic and sensitive way. I also suggest visiting
European environmental organisations and groups to learn how they
manage their environments in a sustainable way.
6. An officer, with environmental management qualifications, is appointed
the Belediye staff – whose responsibility is for the protection and
management of the environment of Akyaka.

Ahmet Bey, I am certain you will agree that the river needs to be restored to its
former natural state. I will be coming to Akyaka at the end of July and I am looking
forward to seeing how you will have progressed in restoring the river.
My very good wishes,

Simon Simpson

Not: Belediye Başkanı Ahmet Çalca 4 aydır mektubuma cevap verme nezaketini göstermedi.

7 Ekim 2011 Cuma

Başkan Babamızın Sonbaharı

(Başlık Gabriel Garcia Marquez’in aynı isimli romanından alınmıştır)

Efendim, malumunuz Akyaka Kent Konseyi (AKK) 25 Eylül 2011 tarihinde bir genel kurul toplantısı yaptı, yeni başkan ve yürütme kurulu seçildi. Aslında bütün mevzunun bu olduğu ve kısa bir haberle aktarılmasının yeterli olacağı sıradan bir olaydı. Ama bu toplantı demokrasi anlayışımız üzerinde uzuuun uzun düşünmemizi gerektiren epeyce sıradışı olaylara sahne oldu. Bir çok dostumuzdan bu yaşananların Türkiye için oldukça sıradan, alışılmış, kanıksanmış hadiseler olduğunu, şaşıracak bir durum olmadığını duyduk…Ne yazık ki haklılar…

Sıradışılıkları aktarmaya bu yazı için seçtiğim başlık ile başlayayım. Malum mevsim itibarı ile sonbaharda bir sıradışılık yok ama “başkan babamız” üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Başkan bildiğimiz belediye başkanı, Akyaka’nın…Babalık meselesi şöyle oldu; Genel kurul toplantısı gündem ve tüzük gereği kent konseyi başkanının açılışı ile (o zat ben oluyordum) başlayacakken birdenbire belediye başkanının sahne alıp kendini “değerli Akyakalılar”ın babası ilan etmesi ile başladı. Toplantı belediye toplantısı olmadığı gibi gündemde belediye başkanının babalık meselesi de yoktu… Neyse başkanımızın derdini hemen anlayabildik; genel kurul üyeliği için çok sayıda yeni üye kaydettirilmiş ve tüzük gereği yeni üyeler  toplantıda oy kullanamayacakları için  kendini hepimizin babası ilan edip tüzüğü boşvermemizi ve babamızın sesine kulak vermemizi,  bu yeni üyelerin “mağdur” olmaması için oy kullanabilmelerini talep ediyordu. Tüzüğün ve büzüğün birbirine karıştığı bir andı…

Belediye başkanı uzun süredir rahatsız olduğu kent konseyi yönetimini etrafta ifade ettiği şekli ile “devirmeye” karar vermiş, bu konuda bir kampanya başlatmış ve konseyin yönetimine kendisini her icraatında alkışlayacak bir yönetim oluşturmak için müthiş bir kararlılıkla çalışmaya başlamıştı. 

Peki  belediye başkanını bu kadar öfkelendiren ve demokratik süreçlere müdahele etmeye yönlendiren neydi ?  Kent konseyi Akyaka için kötü niyetli çalışmalar mı yapıyordu ? Kuruluş amaçlarına aykırı mı çalışıyordu, başarısız mıydı? Konseyin iki yıldır sürdürdüğü çalışmalar vicdanı olan her Akyakalı tarafından takdir ediliyorken, çalışmaları başarılı bulunduğu için ulusal ve uluslararası düzeydeki toplantılara katkı sağlamak üzere davet ediliyorken, üstelik bunları belediyeden hiçbir katkı almadan, gönüllü çalışmalarla başarıyorken başarısızlıktan sözedilebilir miydi?

Sorun kötü niyet ya da başarısızlık değildi. Sorun, AKK’nın belediye yönetiminin belde halkının kendi yaşamları ile ilgili aldığı kararlara katılmasına aracılık etmeye çalışmasıydı. Konseyinin bu görev anlayışı ile çalışması doğaldı, çünkü kent konseylerinin kuruluş amacı tam da buydu. Akyaka Kent Konseyi bu yönde birçok olumlu adımın atılmasına katkı sağlamıştı. Öncelikle tüzük değişikliğine giderek kent konseyi yönetiminde belediye başkanı ve belediye meclis üyelerinin yer alamayacağı maddesini ekledi. Türkiye’de birçok kent konseyinin belediye yönetimlerinin vesayeti altında bağımsız ve eleştirel tavır geliştiremedikleri düşünüldüğünde bu değişiklik çok önemliydi.

Yerel seçimler öncesinde tüm başkan adaylarının birlikte imzaladıkları  Akyaka Yerel Yönetim İlkeleri’nin hazırlanmasına ön ayak olmuş, sonrasında da bu sözleşmenin takipçisi olmuştu.  Sürdürülebilir bir kent yaşamına ulaşabilmek için oluşturulan olan Akyaka Vizyonu’na sahip çıkmış ve vizyonun gerçekleşmesi için belediyeyi teşvik etmiş, destek olmaya çalışmıştı. Vizyona ulaşmak için çok iyi bir planlama gerektiğinin farkında olarak belediyenin Stratejik Planını önemsemişti. Bunu da yeterli görmeyerek  eylem planlarının bir çerçeve programa oturtulmasının sürdürülebilir kent yönetimi için çok yerinde olacağını düşünmüş, ve Cittaslow - Uluslararası Yavaş Kentler Birliği’ne üyelik için çalışmalar yapmayı önermiş ve belediye yönetimi de kabul etmişti. Kent konseyi özverili çalışan gönüllüleri ile bu süreci başarı ile tamamlamış ve sonunda Akyaka örgütün üyeliğine kabul edilmişti.

Sözleşmeler, çerçeve programları, Cittaslow derken AKK biraz daha ileri giderek  bir şey daha talep etmişti, Akyaka Belediyesinde yönetim etiğinin oluşturulmasını: şeffaf, katılımcı  ve hesap verebilir bir yönetim anlayışının geçerli kılınmasını… Çünkü  Akyaka sıradan bir belde değildi, doğanın cömertce sunduğu birçok güzelliğe sahipti ve oluşturduğu vizyon,  ancak bu şekilde bir yönetim anlayışı ile gerçekleştirilebilirdi. En önemli zenginliği olan, biyolojik çeşitlilik ve özgün mimarinin korunabilmesi ve sürdürülebilir bir kent yaşamı  oluşturabilmek için yapılan onca çalışmanın sonuca ulaşabilmesi için bu etiğin oluşması gerektiğini söylemişti . Israrla…

AKK katılımcılık konusunun kurumsallaşması yönünde bir adım daha atarak Yavaş Kent üyeliği onaylandıktan sonra başlayan yeni süreçte tüm yerel paydaşların içinde yer alacağı bir ortak çalışma platformu kuruluması için çalışmışt. Cittaslow Yönlendirme Komitesi adı ile kurulan bu komitenin çalışma yönergesinin hazırlanmasına da öncülük etmişti. Oluşturulan  yönerge belediye yönetimi de dahil tüm paydaşların imzası ile yeni bir taahhüte dönüştürülmüştü.  Buna göre, artık Akyaka’nın geleceği ile ilgili kararlar tek başına belediye yönetimi tarafından değil, Akyakalıların katılımı ile, ORTAK AKIL ile birlikte alınacaktı. Cittaslow kriterlerini yerine getirmek için eylem planları birlikte oluşturulacak, paydaşlar planların gerçekleştirilmesinde, izleme ve değerlendirilmesinde de sorumluluk alacaktı. Bu, belediye yönetiminin asli görevlerini yerine getirmede çok önemli bir rahatlama getirecekti; belediye yönetimi artık hizmet kalitesini arttırmaya yoğunlaşabilecekti, çünkü kararlara sahip çıkan güçlü bir sivil toplum ile birlikte çalışıyor olacaktı.

Buraya kadar okuyan dostlar içlerinden, vay canına Akyaka’da ne güzel şeyler olmuş, oluyor diyeceklerdir. Dediklerini biliyorum, çünkü biz bunları yapmaya çalışırken Türkiye’nin birçok yerindeki kent konseyleri ve sivil toplum örgütlerindeki dostlarımız çalışmalarımızı ilgiyle takip ediyor ve bizi yürekten destekliyorlardı. Başarılı olmamızı, Türkiye’de mücadelesi verilen katılımcı demokrasi anlayışına güzel bir örnek oluşturmamızı diliyorlardı. Telefonları ile, e-postaları ile desteklerini esirgemiyorlardı. Sağolsunlar… Gerçekten umutlu olmak için çok şey vardı.

Ama bir demokrasi cennetinde yaşamadığımızı da biliyorduk. Şimdi madalyonun diğer yüzünde neler olduğuna bakalım.

Diğer tarafta belediye yönetimi de Akyaka Vizyonu’nu nerdeyse dağa taşa yazarak güya bu vizyona sahip çıktığını söylerken, katılımcı bir süreçte hazırlanan stratejik planı rafa kaldırmış ve plana uygun çalışmak meclisin hiçbir şekilde gündeminde olmamıştı. Kent konseyi plan döneminin sonuna gelindiğinde hazırladığı stratejik plan değerlendirme raporu ile bu durumu ortaya koymuş ve belediye yönetimine sunmuştu. Planlama ile uygulama arasında olağanüstü uyumsuzluklar vardı, bütçe harcamaları büyük ölçüde plandışı bir keyfiyet içinde yapılmıştı.  Ne yazık ki bu dönemin değerlendirmesi belediye yönetimi tarafından  yapılmadan ortaya hemen yeni dönem planı çıkartılmıştı. Böylece, eski dönemi unutun artık ortada yeni plan var deniyordu. Kent konseyi, eski dönemin değerlendirilmesi yapılmadan, hatalardan dersler çıkartılmadan, üstelik halkın tamamen devredışı bırakıldığı bir süreçte yeni dönem planının yapılmasının kabul edilemez olduğunu belediye yönetimine bildirmişti.

Diğer yandan kent konseyi beldenin sorunları ile yüzleşmek için “Sorunlarımızı Görelimfotoğraf kampanyasını yürütmüş, oluşturduğu çalışma grupları ile Akyakalıların gönderdikleri fotoğrafların temel alındığı raporlar hazırlamıştı. En önemli sorun çevre tahribatlarıydı ve  özellikle Kadın Azmağı üzerinde yoğunlaşıyordu. Çöp ve geridönüşümlü atıkların toplanması diğer bir önemli sorundu…Gittikçe artan araç trafiği nedeni ile caddeler yaya dostu olmaktan  çıkıyordu…Akyakanın peyzaj çalışmalarına ihtiyacı vardı…Tüm bu sorunlarla ilgili değerlendirmeleri ve çözüm önerilerini belediye yönetimine sunuyorduk…

Belediye meclisi toplantılarına katılmayı çok önemsiyorduk, çünkü halkın gündeminin belediye yönetimine taşınması ve bunların takip edilmesi gerekiyordu. Katıldığımız toplantılarda çevre tahribatlarından, özensiz ve plansız çalışmalar sonucunda kötüleşen yaşam kalitesinden söz ediyorduk ve bunlarla ilgili önlem alınmasını talep ediyorduk.

Kent konseyinin açıklıkla yürüttüğü ve Akyakalılarla paylaştığı tüm bu çalışmalar belediye yönetimi tarafından hoş karşılanmıyordu. Öyle ki, belediye başkanı kent konseyine gönderdiği bir mektupla konseyin web sitesinde yayınlanan yazıların, belgelerin yayından kaldırılmasını bile talep etmişti. Elektronik bültenlerimizden rahatsızdı. Ağustos ayında katıldığımız son meclis toplantısında Azmak tahribatlarının, belediyenin açtığı ve adeta bir ölüm tuzağı olarak ortalık yerde duran çukurun kapatılması konusunun görüşülmesinin gündeme alınmasında ısrar ettiğimizde toplantıyı terk etmemizi isteyerek varlığımızdan rahatsız olduğunu artık açık olarak ortaya koymuştu. Belediye başkanı bu toplantıda rahatsızlığını kişiselleştirerek bu sorunları gündeme getirmekle ilerde belediye başkanı olmaya niyetlendiğimi, bu yüzden politik gösteri yaptığımı söyleyebildi.  Belediye başkanı aslında  güzel yurdumuzda birçok muktedirin uykularını kaçıran ortak karabasanı deşifre ediyordu farkında olmadan, birgün iktidarı bırakmak zorunda kalmak…Çevre, insan sağlığı, can güvenliği, yaşam kalitesi, bunlar teferruattı…

Belediye başkanı kısaca kent konseyinin eleştirel tutumundan rahatsızdı. Belli ki belediye yönetimi ile iyi geçinecek, hesap sormayacak, şeffaflık talep etmeyecek, aldığı kararlara vatandaşı karıştırmayacak ve çalışma gündemini kendisinin belirleyeceği bir kent konseyini tercih ediyordu.

Sonuç olarak kent konseyi Akyakalıların ortak aklı olmaya çalışırken, belediye başkanı açısından artık ele geçirilmesi gereken, vesayet altına alınması gereken bir iktidar alanına dönüşmüştü.  “Başkan babamız” kendisine itaat edecek “evlatlar” istiyordu. Akyakalıların belediyenin kalitesiz “hizmetlerinden” ve keyfi uygulamalarından canı burnuna gelmişken, işi gücü bırakıp kent konseyi yönetimini devirmek için çalışmalara başladı.

Bir belediye başkanı üzerine vazife olmayan bir konuda müthiş bir rahatlıkla, açıkça bir kampanya yürütebildi.  Desteklediği aday ile birlikte üyeleri telefonla aramaktan, ziyaret etmekten ve kent konseyinin varolan yönetiminin gitmesi gerektiğini, bu yüzden kendi desteklediği adaya oy istemekten çekinmedi. Bazı Akyakalılara göre başkan belediye seçimlerinde bu kadar aktif çalışmamıştı. Hatta Akyaka uzun zamandır almadığı hizmetleri almaya başlamıştı, mesela aylardır doğaya akan kanalizasyon kongre sabahı alelacele toprakla kapatılmıştı. Genel kurul toplantısına her türlü tüzüğe aykırı talepler belli ki çok ayrıntılı çalışılmış ve gündeme getirilmişti. Ne yapıp edip bu maç alınacaktı…Ve başarıldı…

Şimdi “devrilmiş” konsey yönetiminin başkanı olarak son birkaç şey söylemek istiyorum.  Başkanlık seçiminin ikinci turunda adaylıktan çekilme kararımın birçok üyeyi üzdüğünü biliyorum. Öncelikle kendilerini hayal kırıklığına uğrattığım için ben de üzgünüm. Ancak neredeyse 6 saat süren ve yaşamımın hçbir döneminde tanık olmadığım böylesi bir iktidar hırsının nesnesi durumuna gelmek benim için çok fazlaydı. Kurulması için onca mücadele vermiş, emek harcamış birisi olarak kent konseyini hiçbir zaman bir iktidar savaşının alanı olarak düşünmemiştim. Ayrıca kent konseyi başkanlığı kendi adıma bir “kariyer” alanı hiç değildi. Kent konseyini ortak aklın oluşabileceği bir alan olarak görmüştüm, her ne kadar Türkiye’de bu anlamda olumlu örnek fazla olmasa da… Salonun savaş hali, benim açımdan zaten çoktan kaybedilmiş bir hayalin resmiydi.  Kongre öncesinde bir dönem daha başkanlık yapmak istemediğimi ve kan değişiminin gerektiğini düşündüğümü zaten çevremdeki arkadaşlar biliyorlardı.  Kent konseyi kuruluş amacına uygun çalışmak üzere sorumluluk alacak herhangi bir üyenin başkanlığında devam etmeliydi. Ama ortaya çıkan tek adayın belediye başkanı ile birlikte yürüttüğü kampanya ile amacını ortaya koyması ile seçim kent konseyi açısında bir varoluş mücadelesine dönüşmüştü. Kent konseyi belediye vesayetinde değil, bağımsız hareket ederek bu kadar çalışmayı başarabilmişti ve öyle de devam etmeliydi.  Başlatılan çalışmaların bu anlayışla devam etmesini isteyen arkadaşlar arasında başka aday olmayınca çalışmaların sonuca ulaşması için bir dönem daha devam etmeye ikna olmuştum. Ama genel kurul toplantısında belediye başkanının öncülüğünde organize edilen ve sahnelenen çirkinlikler, hiçbir kural tanımayan, kazanmak için herşeyin mübah sayıldığı bir maç havasına sokulan başkanlık seçiminin bir parçası durumuna düşmek kendi adıma utanç vericiydi. Bu yapı içinde seçilsem dahi, ne başkan olarak ne de yürütme kurulu üyesi olarak çalışmaya devam edemeyeceğimi anladım ve adaylıktan çekildim.  

Bu mücadelenin bittiği anlamına gelmiyor. Kent konseyi demokratik bir yerel yönetim anlayışını hakim kılmak için yararlanılacak araçlardan yalnızca birisi olabilir. Kent konseyi ile olmuyorsa başka araçlarla sesimizi yükseltiriz ve demokrasi mücadelesi devam eder. ”Muktedirlerin” Akyaka’da bize dayattığı, yaşamak zorunda bıraktığı bu kötü hayatı kabul etmiyeceğiz ve buna karşı kesmeye çalıştıkları sesimizi bundan böyle daha özgürce yükselteceğiz. 2011 yılı dünyanın birçok yerinde insanların yaşamlarına hükmeden totaliter anlayışları birer birer bertaraf ettiği, “baharların” yaşandığı bir yıl. Akyaka’da da sonunda aklın, vicdanın ve sevginin kazanacağı bir baharın yaşanacağına tüm yüreğimle inanıyorum.  Yaşam kalitemizi, doğamızı bozan, belde halkının vergileri ile oluşturulan bütçeyi keyfince harcayan ve hesap vermeye yanaşmayan bu  "kara düzen" yerel yönetim anlayışı çoktan miyadını doldurdu ve sürdürülebilir olmaktan çıktı. Artık yönetim etiğinin kurumsallaştığı, şeffaf, hesap verebilir ve katılımcı bir anlayışın hakim kılındığı köklü bir değişiklik zorunlu hale geldi. Bunun için de bunları daha fazla talep etmemiz, sesimizi daha fazla yükseltmemiz ve daha fazla hesap sormamız gerekiyor. Bu yolda çalışacak herkesin, her kurumun yolunun açık olmasını diliyorum.

Serdar Denktaş

Akyaka Vizyonu, Cittaslow ve Azmak'ta Doğal Yaşamın Katledilmesi





Akyaka Vizyonu "Doğaya saygılı, ..." ifadesi ile başlar. Yani, Akyakalılar birlikte oluşturdukları vizyonlarında en önem verdikleri konuyu doğanın korunması olarak ortaya koymuşlardır.

Akyaka'nın Cittaslow (Uluslararası Yavaş Kentler Birliği) üyeliği de bu vizyonun gerçekleştirilmesine çerçeve oluşturması için gündeme gelmiş ve üye olunmuştur. Sürdürülebilir bir kent yaşamı için doğanın korunması, Cittaslow kriterlerinin başında gelmektedir.

Gelin görün ki, doğanın korunması konusunda bunca taahhütte bulunulmuş olmasına rağmen Akyaka, doğal yaşamın ticari rant yaratma adına yok edildiği, hızla sıradanlaşan bir belde görünümünden kurtulamamaktır.

Uzun süredir Kadın Azmağı'nda yapılan planlı tahribatların önüne geçilmezse kısa bir süre sonra Akyaka Vizyonu'nun, Cittaslow'un, içinde doğaya saygı geçen cümlelerin tümünün kocaman birer yalan olduğu gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalacağız. Akyaka Belediyesi artık sorumluluklarını hatırlamalı, taahhütlerini yerine getirmek üzere biran önce harekete geçmeli ve seyirci kalarak desteklediği bu tahribatların önüne geçmelidir.  Tüm sivil toplum örgütleri ve vatandaşlar bu konuda seslerini daha fazla yükseltmeli ve verilen taahhütlerin takipçisi olmalıdır.

Serdar Denktaş