Onu/onları 3-5 “çapulcu” değil, en yalın ifadesini “kırmızılı kadın”da bulan özgür irade ve bu iradeye inatla sahip çıkan yığınların kararlılığı korkuttu; korkutuyor. Korkmakta da haksız değiller hani! Maazallah ya bu irade süreklilik kazanır da, insanlar bundan böyle siyasetin nesnesi değil de öznesi olmaları gerektiğini bilince çıkarır, üstüne bir de gereğini yerine getirmeye kalkarlarsa halleri nice olur?
Bardak Taştı!
Nihayet bu korku, giderek soğukkanlılığını ve itidalini yitiren Başbakanın 15 Haziran’da Ankara Sincan’da yaptığı mitingde Gezi Parkı’na müdahale talimatı vermesiyle zirve yaptı. Anlayamıyorlardı, her zaman işe yarayan gaz, polis şiddeti, gözaltılar bu defa işe yaramıyor; insanlar her zamankinden farklı biçimde şiddete boyun eğmiyor, azimle direniyorlardı. Bardak taşmış, toplumun vicdanı kanamaya başlamıştı. Bunun farkında değillerdi.
Tesadüf mü, yoksa
bilinçli bir seçim midir bilinmez, Türkiye işçi sınıfının ülke tarihinde
kendiliğinden en büyük eylemi olan 15-16 Haziran Genel Direnişinin yıldönümünde
ona eş bir başkaldırıyı böylece Recep Tayyip Erdoğan (RTE) verdiği bir
talimatla sanki kışkırtıyordu.
Vali Mutlu’nun
emriyle “marjinallere” karşı harekete
geçen polis Gezi Parkı’nı boşalttı. Çadırlar yıkıldı, hastanelerden otel
lobilerine kadar İstanbul gaza boğuldu. Vali’nin deyişiyle göstericilere “kimyasal olmayan” tonlarca ilaçlı su sıkıldı. Yüzlerce insan
gözaltına alındı. Eylemin sembollerinden Piyanist Davide Martello'nun piyanosu da gözaltına alınanlar arasındaydı.
Polisin
kullandığı şiddet her zamankinden fazlaydı. Mücadele içinde çelikleşen
kitlelerin acı eşikleri yükselmiş, atılan gazın yoğunluğundan gaz arsızı olmuşlardı. Sıkılan suyun
içine bu yüzden “ilaç”
karıştırılıyordu.
İstanbul yeniden
ayağa kalktı ve işte o zaman sürekli eylemcileri aşağılamak, küçümsemek,
aralarına nifak sokmak amaçlı kullanılan ve söyleyenleri iyi hissettirdiği için
olacak, büyüğünden küçüğüne ağızlarına sakız yaptıkları marjinal söylemi bırakalım
kamuoyunu, kullananlar yönünden dahi inandırıcılığını kaybetti. Önüne geçmekte
zorlandıkları büyük kitleler yanında, 16 Haziran sabahının erken saatlerinde
ekranlara çıkan Vali Mutlu’nun yüzüne yansıyan mutsuz ifade bunun en açık kanıtıydı [1]
İşçi sınıfının
15-16 Haziran başkaldırısı bugüne değin hiç böyle anılmamıştı. Kırk üçüncü
yıldönümünde Gezi Parkı direnişi onu aşarak andı.
Kral
Çıplak!
Onbirinci yılına
giren AKP iktidarı, gücünün zirvesindeyken ve son beş yıldır süren küresel
krizin sermaye için “fırsata”
dönüştüğü bir dönemde, ummadığı bir başkaldırıyla karşılaşmıştı. Gezi Parkı’nda
kesilmek istenen ağaçlara karşı günlerdir kent
hakkı temelinde Taksim’de nöbet tutan bir avuç insana devletin her zamanki
olağan biber gazlı-coplu müdahalesiyle fitili ateşlenen protestolar ülke
geneline yayıldı. Bir avuç insan milyonlar olmuş, alanlara akmıştı. AKP uzun süren iktidarı boyunca ilk kez,
yığınların birikmiş öfkesi ile tanıştı.
Bu yazının amacı,
politikleşerek ülke ölçeğinde yaygınlaşmakla kalmayan, taşıdığı evrensel
mesajla dünya halklarının haklı ilgi ve sempatisini de kazanan Gezi
Parkı eylemlerini yakın tarihin ışığında irdelemek, onu farklı kılanı
saptamak ve buradan hareketle geleceğe yönelik kimi öngörülerde bulunmaktır.
31 Mayıs’tan bu
yana süren eylemliliğin belki de en önemli sonucu, bir devlet biçimi olarak
parlamenter demokrasinin ve uygarlığın tutmuş olduğu çıkmaz rotanın çıkmazın bu
eylemlerle bir kez daha tüm çıplaklığı ile sergilenmiş olmasıdır.
“İleri demokrasi”nin geri yüzü hiçbir
demagojinin örtbas edemeyeceği biçimde Gezi Parkı eylemleriyle kendisini
göstermiştir.
Bir başka hayırlı sonuç, liberallerin AKP
iktidarıyla ilgili kurmuş oldukları düşlerden geriye ne kalmışsa nihayet Gezi
Parkı eylemleriyle yerle bir olmasıdır.
Terörizm
umacısının yerini chapulizme bırakması gibi ufak tefek ideolojik söylem
farklılıkları olsa da, Gezi Parkı
eylemleriyle cilası oldukça derinden kazınan devletin özünde 12 Eylülcülerinki
ile aynı devlet olduğu görülmüş, gösterilmiştir.
“Askeri ve bürokratik vesayete son verilmesi”,
“yargıda reform”, “12 Eylülcülerle hesaplaşma”, “barış süreci” vb. adı altında
“demokratikleşme” olarak sunulan adımların gerçekte sivil görünümlü totaliter bir rejimin kurucu öğeleri olduğu
anlaşılmıştır.
Gezi Parkı
eylemcileri ilk kez yığınların tanıklığında kralın
çıplak olduğunu haykırmakla kalmamışlar, ayrıca tüm mahremiyetiyle onu
sergilemeyi de başarmışlardır.
Ambalaj
Yırtık!
Bundan böyle
rejim, sıkıştığında, kenar süsü
yapacağı liberal bulmakta epey zorlanacaktır.
12 Eylül cuntası
ile mevcut rejim arasında ikincinin sivil görünümlü olmasının yanında bir fark
daha var. AKP iktidarı ona hayat veren ve özellikle kriz döneminde güvenli
liman arayışı ile girişi hızlanan sermaye akımının kesilmemesi için, istikrarı
sürdürmek, sürdüğünü göstermek, hak arayan kitlelere karşı uyguladığı şiddeti iç
ve dış kamuoyuna “demokrasi”
ambalajına sararak yutturmak zorunda.
Oysa apoletli haliyle kimselerin yutmayacağını bildiği için faşist cunta böyle
bir işe teşebbüs dahi etmemişti.
Kabul etmek
gerekir ki bu iş emperyal hevesleri kabarmış, bölgesel güç olma peşinde koşan totaliter
bir rejim için yerine getirilmesi hayli zordur. Ne 80 öncesi komünistlerin
programlarından aşırma “ileri demokrasi”
söylemi, ne “twit”çi valiler, ne de “vatanın yüksek menfaatlerini” her şeyin
üstünde tutan, tek bir yürek tek bir ses halinde
hareket eden medya yeter. Özellikle de Gezi Parkı eylemlerinden sonra! Çünkü:
1.
Türkiye, AKP iktidarı eliyle ironik biçimde olsa da,
1923’ten sonra izini sürdüğü “çağdaş
uygarlık” düzeyine erişmiş, emperyalist kapitalist piramit içinde aşağıdan
yukarıya doğru sermayesinin gücü oranında hiyerarşide kendisine10 yıl öncesine
göre yeni bir yer edinmiştir. Ancak uygarlık, tutmuş olduğu mevcut rotada sadece
Türkiye’de değil, gelişmişinden geriden ağır aksak gelenine kadar bütün
kapitalist ülkelerde, demokrasi adına siyasal
gericilik üretmektedir. Mevcut rejim ve onun diğer düzen içi seçenekleri de
bu nedenle belki “demokratik” görünebilir, ama asla toplumun tümü için demokratik olamaz!
2.
Çağdaş uygarlık, gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu
gibi, Türkiye’de de egemen sınıfı nüfuz alanını sürekli genişletmeye, bölgesel
güç olmaya zorluyor. Bölgesel güç olmak, diğerleriyle dişe diş bir rekabet ve çatışmayı, dahası savaşı göze almak demektir. Böylesi bir
ortam, mevcut rejimin doğasından ötürü zaten zor olan iç ve dış kamuoyuna şirin gözükme işini daha da
zorlaştırmaktadır.
3.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin İnsan Hakları karnesi baştan aşağı kırıktır ve geçmiş sabıkası bir
hayli kabarıktır. Bu nedenle iktidarın attığı her adım, söylediği her cümle dev
aynasına yatırılmakta, haklı olarak şüphe
ile karşılanmaktadır. Her ne kadar
gelişmiş kapitalist ülkelerin insan hakları konusunda uyguladıkları çifte
standart, RTE’nin “tencere dibin kara, seninki benden kara” haklı yakınmasına konu
olsa da, AB parlamentosunun Gezi Parkı eylemlerine karşı şiddet uygulayan AKP
iktidarını kınayan son kararı, TC’nin insan hakları karnesi dikkate alındığında
oldukça hafif kalmaktadır. AKP’nin AB’ye yönelik fırsatçı, ilkesiz tutumu devam
ettikçe AB’nin eleştirel dozunun artması beklenmelidir.
4.
İslamcı totaliter rejimin sırtını dayadığı “%50 çoğunluk” söylemi, onun bütün geri
hamlelerini meşrulaştırdığı biricik “demokratik”
dayanağıdır. Bu durum uzunca bir süredir “ne
yaparsan yap, bir şey değişmez, onlar bildiğini okur” düşüncesinin yaygın bir önyargıya dönüşmesine
neden olmuştu. Toplum değişim umudunu yitirmiş, kaderine razı bir sessizliğe
bürünmüş, iktidar icraatını nispeten gürültüsüz patırtısız sürdürüyordu.
Topluma yeni bir umut aşılayan, deyim yerindeyse üzerindeki ölü toprağını atan
Gezi Parkı eylemleri bu duruma son verdi. Bundan böyle iktidar gemisini sessiz
sedasız yürütemeyecek, dolayısıyla bir yandan kitlelerin itirazlarını
bastırırken bir yandan şirin gözükebilmek için epey terleyecektir.
5.
Bir tarafta Sovyetler Birliği’nin diğer tarafta ABD’nin
başını çektiği iki kutuplu dünyada, siyasal İslam sosyalist bloğa karşı, onu
kuşatarak yayılmasını önlemek, blok içindeki Müslüman halkları ayaklandırmaya
kışkırtmak amacıyla yeşil kuşak adı
verilen anti-komünist projede ABD tarafından kullanıldı. Sovyetler Birliği ve
sosyalist blok çözülüp dağıldıktan sonra, emperyalist kapitalist sistem bu defa
kendi içinde özellikle son küresel krizle belirginleşip giderek keskinleşen bir
hegemonya çekişmesine girdi. Siyasal İslam hem kapitalist pazarın yeni
gereksinimlerini karşılamak, hem de ABD’nin kan kaybeden hegemonyasını tahkim
etmek amacıyla, bu defa liberal giysiler içinde Kuzey Afrika-Orta Doğu
halklarına model olarak servis edilmeye çalışıldı. Model AKP idi, bu nedenle RTE,
yükselen Rusya, Çin ve İran etkisine karşı ABD’nin önleyici hamle olarak
geliştirdiği Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) eş başkanlığına getirildi. Ancak
liberal giysiler içinde bile olsa, İslamiyet Hıristiyanlık gibi reformdan
geçmediği için iktidar iddiasını hep korudu. Türkiye hiçbir dönem gerçekten
laik olamadığı için fazla direnç görmeden, dinsel etki hem kamusal alanda hem
de insanların özel yaşamlarında AKP’nin pek sevdiği biçimde “yavaş yavaş” kendisini göstermeye başladı. Bu durum giderek süreklilik kazandı
ve haliyle laik dünyaya şirin görünmek AKP için daha bir zorlaştı.
6.
Her ne kadar medyanın ana gövdesi, Gezi Parkı eylemleri
boyunca olduğu gibi, Kürt sorunu dâhil, pek çok konuda devlet adına iyi bir
sınav vermiş olsa da, eylemler ülke geneline yayılıp, dünya kamuoyunun ilgisini
çekmeye başlayınca yarılma kaçınılmaz oldu. RTE’nin arkasındaki sermaye
bloğunda çatlaklar oluştu. Üç maymunu oynamak, devlet yanlısı yayını eskisi
gibi sürdürmek zorlaştı; eylemcilerin sergileyici tutumları ve izleyici
oranlarının S.O.S. vermesiyle aradan dönekler
ve dolayısıyla çatlak sesler çıktı. Bundan böyle bu çatlağın her yeni
başkaldırıda toplumsal enerjinin gücüne bağlı olarak büyümesi sürpriz olmamalı.
7.
Susturulan basının yerini, özgür basın ve “sosyal medya” aldı, örgütlenme özgürlüğü
fiilen elinden alınan kesimler sosyal medya aracılığıyla birbirleriyle iletişim
kurarak geçici örgütlenme zeminleri oluşturdular. AKP iktidarı interneti nasıl
denetim altına alacağını düşünür, “twit”çilerin peşine düşüp onları gözaltına
alıp gözdağı verirken, Gezi Parkı eylemlerinde oldukça ağırlıklı yer alan,
deyim yerindeyse dünyaya gözlerini bilgisayarla açan 90 kuşağı bu konuda ne kadar hünerli olduğunu gösterdi. İktidarın
eli kolu bağlandı. Az sayıda özgür basın ve sosyal medya, halkın gerçekleri
öğrenmek için başvurduğu tek kaynak oldu. Hükümet ve destekçisi merkez medya
dünya kamuoyu nezdinde güven kaybına uğradı.
8.
Sanat, doğası gereği totaliter bir rejimle çatışmadan
edemez. Gerçek sanatçılar bu nedenle AKP iktidarına karşı hep mesafelerini
korudular. Gezi Parkı eylemlerinde ise karşıda durarak, eylemin toplumsal boyut
kazanmasında önemli bir rol oynadılar. Ayrıca sanatçıların bu tutumu gerek iç
gerekse dış kamuoyu üzerinde oldukça önemli bir etki yarattı, yaratmaya da
devam edecek görünüyor.
Doksan
Yıl Sonra Nihayet!
Sonrasında isabet
oranı yüksek öngörülerde bulunabilmek için önce Gezi Parkı eylemlerinin
gerçekleştiği konjonktürü anlamak gerekiyor. Bunun için de yakın tarihe
başvurmak, 12 Eylül faşist cuntasının günümüze değin uzanan tarihsel işlevine
kısa da olsa değinmek gerekiyor.
1979’da kurulan
ve AKP’nin atası MSP ile MHP’nin dışarıdan destek verdiği son (MC) Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin aldığı 24 Ocak
Kararları’nın olağan yöntemlerle hayata geçirilemeyeceğinin belli
olmasıyla bir süredir koşulları olgunlaşmaya [2]
bırakılan 12 Eylül cuntası yürürlüğe sokuldu.
Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası'nın (MESS)
Genel Başkanlığından Başbakan Demirel’in müsteşarlığına atanan Turgut Özal’ın mimarlığını yaptığı bu
kararların işlevi en özlü biçimde DİSK
tarafından, 31 Ocak-2 Şubat 1980 Ören toplantısında açıklandı. DİSK’e göre 24 Ocak Kararları’nın başlıca
amacı “kapitalizmin daha istikrarlı
işleyişini sağlamak ve ülkenin emperyalist sistemle bütünleşmesini artırmak”tı.[3]
24 Ocak
Kararları, küreselleşen dünya kapitalizminin bu değişimle birlikte 70’li
yıllarda girdiği ve halen devam eden uzun bunalımına verdiği neo-liberal
tepkiye sermayenin Türkiye’den ayak uydurma çabasıydı. Bu kararların
uygulanmasıyla:
a)
İthal ikameci sanayileşme modelinden ihracata yönelik sanayileşme modeline
geçilecekti.
b)
KİT’ler özelleştirilecek;
doğrudan yabancı yatırımlar teşvik edilecek; devlet tekelindeki üretim alanları
en kârlılardan başlayarak sermayeye
açılacaktı.
Her ikisi de
toplumsal muhalefetin önü alınmadan, emeği ile geçinenlerin hak arama araç ve
örgütleri dağıtılmadan, ya da fiilen işlemez hale getirilmeden erişilmesi zor
hedeflerdi. 12 Eylül faşist cuntası işin ağır kısmını sopayla halletti.
Toplumsal muhalefeti ezdi, örgütlerini dağıttı. Zorla kabul ettirilmesinin
üzerinden geçen 30 yıla rağmen etkisi halen süren 12 Eylül Anayasası ile
çalışanlar prangaya vuruldu.
İşin kalan kısmı
sürece yayılarak, yeniden ivme kazanacağı AKP iktidarına kadar düşe kalka
yürüdü.
AKP iktidarı dâhil, cunta sonrası tüm hükümetlerin programları
aynıdır ve özünde 24 Ocak Kararları’nı eksiksiz hayata geçirme çabalarından
ibarettir. Bir sıralama yapmak gerekirse, 11 yıla yakın tek başına iktidar olan
AKP en başarılı icraata sahiptir. İkinci sırada Turgut Özal’ın ANAP’ı gelir.
ANAP iktidarları
boyunca sermaye hızla malileşti. Önüne gelen banka kurdu. Bilindiği gibi bu
temelsiz, arabesk gelişme 2001 krizine kadar geçmiş birikimin yağmalanmasıyla
birlikte doludizgin sürdü. Kriz, uluslararası mali sermayeye ortaya çıkmış “ucube” mali yapıyı terbiye etmesi için
iyi bir fırsat verdi.
Türkiye’ye
verilen borçların, açılan kredilerin eksiksiz geri ödenebilmesini sağlamak
amacıyla, “15 günde 15 yasa”
sloganıyla kolları sıvayan Kemal Derviş işbaşı yaptı.
Bankaların
çürükleri ayıklandı, kalanlar budandı; uluslararası mali sermayenin alacakları
güvence altına alınırken, bankalar eliyle yapılmış hortumlamanın bütün faturası halka kesildi. Mevcut mali sistemin
temelleri de o zaman atıldı.
Bu operasyon, ilginç
bir rastlantıyla ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinde 11 Eylül 2001
saldırısının [4]
ardından gerçekleşen önemli bir değişimle birlikte yaşandı.
Başkan George W. Bush, Eylül 2002 tarihli ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi içinde
yer alan 14 Eylül 2001 tarihli konuşmasında o zaman Erbakan’la yollarını ayıran
“yenilikçilerin” kurdukları ve henüz “marjinal” bir parti olan AKP’nin başına
konacak devlet kuşunu sanki önceden müjdeliyordu.
Bush Doktrini olarak da bilinen ve Afganistan’la Irak’ın işgalinde ABD politikalarına yön veren önleyici hamle stratejisinin önceliklerinden biri o konuşmada şöyle formüle edilmişti:
“Özellikle Müslüman dünyada herhangi bir
ülkede terörizmi teşvik edecek koşul ve ideolojilerin besleneceği zeminlerin
oluşumunu önleyecek ılımlı ve modern hükümetleri desteklemek.” [5]
Milli Görüşçüler içinde yenilikçiler olarak bilinen Gül-Erdoğan
ekibine iktidar yolu böyle açıldı. Karşısındaki partilerin tümü koalisyonlar döneminde yıprandığı/yıpratıldığı [6] için 2002 Kasım seçimlerinde fazla zorlanmadan tek başına iktidar olan AKP,
işbaşı yapar yapmaz Derviş yasaları ile iyi kötü yoluna giren 24 Ocak
Kararlarını kaldığı yerden sadakatle uygulamaya koyuldu.
Özellikle
kapitalizmin yetmişli yılların ortasından başlayarak girdiği uzun bunalımın
patlamaya dönüştüğü son beş yıl, sermaye adına krizin fırsata dönüştüğü yıllar
oldu. Mali sermayenin, holdinglerin kârları katlandı. AKP iktidarı döneminde “faiz lobisi” rekor kârların altına imza
attı.[7]
Başbakanın
deyişiyle kriz Türkiye’ye “teğet geçti”. Bunun başlıca iki nedeni vardı. Birincisi,
2001 krizinin ardından Derviş eliyle gerçekleştirilen “mali reformlarla” krize nispeten daha sağlam mali yapıyla
girilmesi; ikincisi her ne kadar toplam borçluluk artmış olsa da, hızla
gerçekleştirilen özelleştirmelerle dış borçların bileşiminde kamu lehine
yapısal bir dönüşümün sağlanmış olmasıydı.
2001-2012(4Ç) DIŞ BORÇLARIN
BİLEŞİMİ (Milyon Dolar) [8]
|
||||
2001
|
%
|
2012(4Ç)
|
%
|
|
KAMU + TCMB
|
70,453
|
62
|
110,841
|
33
|
ÖZEL
|
43,139
|
38
|
226,022
|
67
|
Bu iki nedenle,
yükselen yeni güçlerle (Çin ve Rusya) gerileyen ABD arasındaki çatışmanın ona
kazandırdığı yeni jeopolitik önemle birleşince, Türkiye, devasa miktarda sıcak
paranın yanında, doğrudan sermaye yatırımlarının da cazibe merkezi, küresel sermayenin güvenli limanı oldu.
2001-2012 ULUSLARARASI YATIRIM POZİSYONU
(Yükümlülükler, Milyon Dolar) [9]
|
||
2001
|
2012
|
|
DOĞRUDAN YATIRIMLAR
|
20,316
|
183,736
|
PORTFÖY YATIRIMLARI
|
24,710
|
178,996
|
Kapitalizmin
hüküm sürdüğü bir dünyada “çağdaş
uygarlık düzeyine erişmek” emperyalist ülkeler safına dâhil olmakla eş
anlamlıdır. Krizle birlikte gelen fırsat, Türkiye’yi 1923 yılında çizilmiş
rotanın hedefiyle buluşturdu. 24 Ocak Kararlarını sadakat ve sabırla uygulayan
AKP eliyle Türkiye, hem meta, hem de sermaye ihraç eden bir
yönetici sınıfa kavuştu.
2001-2012 ULUSLARARASI YATIRIM POZİSYONU
(Varlıklar, Milyon Dolar) [10]
|
||
2001
|
2012
|
|
DOĞRUDAN YATIRIMLAR
|
4,581
|
29,668
|
PORTFÖY YATIRIMLARI
|
550
|
1,345
|
Her şey doğal mecrasında
gelişmiş, 12 Eylül faşizmi ile topluma zorla kabul ettirilen 24 Ocak Kararları
AKP iktidarı döneminde küresel kriz ortamında yakaladığı fırsatlar eşliğinde
meyveye durmuş ve Türkiye nihayet çağdaş uygarlık
düzeyini yakalamıştı.
Küresel kriz mevcut
emperyalist hiyerarşiyi zayıflatmıştı. Türkiye egemen sınıfı bu zafiyeti kendi
yararına kullanmayı becermiş, bulunduğu basamaktan bir üste sıçramıştı. Sırada
bu basamağı korumak, mümkünse birkaç basamak daha sıçramak, bölgesel güç olmak,
olası bir yeniden paylaşımda iyi bir pay kapmak, nüfuz alanını olabildiğince
genişletmek vardı.
Sermaye birikimi
ve malileşmeyle birlikte güçlenen egemen sınıf, devletin askeri-siyasal gücünü
de arkasına alarak başta eski Osmanlı hinterlandı ve dağılan SSCB’nin Türkî Cumhuriyetleri
olmak üzere bölgede yayılmaya başladı. “Stratejik
Derinlik” tezinin sahibi Ahmed Davutoğlu’nun Dışişlerine getirilmesi, “sıfır sorun” politikasından emperyalist
dış politikalara geçiş, tümüyle bu yayılmanın bir gereğiydi.
Yükselen yeni
güçlerle gerileyen ABD’nin nihai hesaplaşma alanı, halen dünyanın enerji deposu
olarak stratejik öneme sahip Orta-Doğu’dur. Giderek daha belirgin biçimler
kazanan bu hesaplaşmada Rusya-Çin-İran-Irak-Suriye cephesine karşı Türkiye’nin
ABD-İsrail-Irak Kürdistanı cephesinde yer almasının nedeni, olası kapışmada
ülkenin eriştiği çağdaş uygarlık seviyesi (sermayesi) ile uyumlu bir pay
almaktır.
Türk Silahlı
Kuvvetleri (TSK) içinde yürütülen ve ilk bakışta “asker vesayetine” karşı
gerçekleştiriliyor izlenimi veren operasyonların bir nedeni AKP’nin kendi
iktidarını pekiştirmek istemesiyse, diğer nedeni yaklaşmakta olan paylaşım
savaşına TSK’yi hazırlamaktır.
AKP, Kürt sorununun çözümünü de yukarıda
açıklanan derin stratejinin bir
gereği olarak gündem edinmiştir. ABD’nin bu aşamada AKP’nin “barış” sürecine destek olmasının
ardındaki neden dört ülkeye bölünmüş Kürt halkını tümüyle kendi cephesine
kazanma hedefidir. Bu hedefin gerçekleşmesinin yolu tek başına Talabani-Barzani
işbirlikçilerinden geçmediği artık herkesin
malumudur. Bu nedenle ABD’nin ve BOP eş başkanı RTE’nin işi hayli zordur.
Gezi Parkı
eylemlerinin içinde gerçekleştiği konjonktür kısaca böyle. AKP’nin taraf olduğu emperyalist bir savaş tehlikesi [11]
varken, üzerine ölü toprağı örtülü bir halkı uyandırmanın RTE’yi neden bu kadar
öfkelendirdiği ve hiçbir uyarıya kulak asmadan iktidara yönelik bir tehdit
olarak algılayıp tamamen ezmeye yönelmesi sanırım şimdi çok daha iyi
anlaşılmıştır.
Bardak
Nasıl Doldu?
Koalisyonlar
döneminde ortaklar arası çekişmeden ötürü bir türlü dikiş tutmayan
özelleştirmeler AKP’nin tek başına iktidara gelmesinin ardından olağanüstü
hızla kotarıldı. AKP, 11 yıl içinde “kamuya ait” gayrimenkul, fabrika ve
işletme hakkı adına ne varsa sattı.
Emek süreci taşeronlaştırılarak çalışanların
sosyal güvencesi yok edildi. “Mezarda emeklilik yasası” da bu dönem çıktı. Sosyal refah devleti adına kalmış son
kırıntılar yok edildi. Bardağın
önemli bir bölümü bu icraatlar sonucu hızla
doldu.
Diğer icraatlar
muhatapların ve toplumun olası tepkisi gözetilerek “alıştıra alıştıra” hayata
geçirildi. “Yavaş yavaş” AKP’nin temel hareket düsturu oldu.
11 yıllık iktidar
dönemi boyunca niyet ile gerekçe arasında
her zaman 180 derece açı oldu. Gerekçelerin işlevi gerçek niyetin
gizlenmesinden ibaretti. Gerekçeler ne kadar “demokratikse”, niyetin o kadar anti-demokratik
olduğu görüldü.
Sağlık “reformu”
ile sağlık hizmetleri, eğitim “reformu” ile eğitim hizmetleri “yavaş yavaş” metalaştırıldı.
Yargı “reformu”
ile yargının tartışmalı bağımlılığına son
verildi. Tartışmasız biçimde iktidara bağlandı.
Yerel yönetim
“reformu” ile 1591 beldenin 16082 köyün tüzel kişiliğine son verilerek bu
yörelerde yaşayan insanlara sorulmadan yerinden
yönetim hakları ellerinden alındı.
Yargısız infaza
dönüşen tutuklamalar, en küçük örgütlenme girişimi sonucunda işinden olan
işçiler, ne yazacağı, nasıl söyleyeceği kendisine dikte edilen basın ve
özellikle “merkez medya”da en küçük AKP eleştirisi işine mal olan gazeteciler,
düşünce ve örgütlenme özgürlüğü bağlamında AKP iktidarınca yürürlüğe sokulan “demokratik reformlar”ın pratik sonuçları
oldu.
“Yavaş yavaş” yürütülen bu icraatın
bardağın kalan bölümünü dolduran kısmını, kamusal ve özel yaşam alanlarında
insanların gündelik hayatına yönelik müdahale ve baskılar oluşturdu. Temelinde siyasal
İslam-laiklik karşıtlığı bulunan icraatlar, insanların sahip olması
gereken çocuk sayısına yönelik “tavsiye”ler, metroda öpüşen çiftlere yapılan
uyarılar, dindar bir nesil yetiştirme projeleri, alkollü içkilerin zımnen
yasaklanması anlamına gelen “kısıtlamalar” “yavaş yavaş” sıradan insanları
kuşatmaya başladı. Onları bir şeyler yapmadıkları koşulda bir daha içinden
çıkamayacaklarını düşünmeye iten, “mahalle baskısı” adı verilen bir
cenderenin içine soktu.
İktidar olası
tepkileri önlemek, hiç değilse hafifletmek için icraatlarını “yavaş yavaş”
hayata geçiriyor, yığınların sessizliği hayra yoruluyordu.
Oysa sessizlik aldatıcıydı. Onlar “yavaş
yavaş” bildikleri yolda ilerlerken, hayatın diyalektiği hükmünü icra ediyor,
toplumsal öfke de “yavaş yavaş” birikiyor, patlamak için bardağı taşıracak son
damlayı bekliyordu.
Bardağı taşıran
son damlayı “Tabiatı ve Biyoçeşitliliği
Koruma Yasa Tasarısı” ile “Su”, “Kentsel Dönüşüm” ve “Büyükşehir” yasalarında olduğu gibi kaynağını egemen
aklın doğa ile uzlaşmaz karşıtlığından alan bir saldırısı tetikledi.
Hükümetin
icraatlarına karşı hak arayışı içine giren, demokratik gösteri ve yürüyüş
haklarını kullanmak isteyenlere uygulanan polis şiddetinin ve RTE’nin tahrik
edici “ayyaş”lı, “çapulcu”lu, “vandal”lı söyleminin bardağın taşmasında katalizör rol
oynadığını, Gezi Parkı eylemleri boyunca hem eylemcilerin hem de eylemin
tansiyonunu yükselttiğini ayrıca eklemek gerekiyor.
Bardağı
Taşıran Son Damla
İstanbul Türkiye’nin, Taksim de İstanbul’un kalbidir. Taksim meydanı egemen aklın her fırsatta bir kolayına getirip toplumsal muhalefete kapatmaya çalıştığı politik bir mekândır.
Bu öykünün
başlangıcı 60 yıl önceye, Demokrat Parti hükümetinin İstanbul Valisinin İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin 15
Mart 1953’te işten atılmaları protesto etmek için Taksim’de yapmak istediği
mitingi “memleketin yüksek menfaatini”
gerekçe göstererek yasaklamasına kadar gider.
Kapitalizmin
gelişmesiyle toplumsal arenada kendisini gösteren işçi sınıfı İstanbul’da 15-16
Haziran 1970’de birlik olup gerçekleştirdiği Genel Direniş eyleminin ardından toplumsal muhalefetin başını
fiilen çekmeye başlamış, 1976’da yasaklı 1 Mayıs’ı yasaklı Taksim’de yığınsal
bir gösteriyle kutlayarak her iki yasağı birden delmiş, topluma gelecek adına
yeni umutlar aşılamıştı.
O dönem Dünya
konjonktürünün belki de jeopolitik önemi en yüksek ülkesinde meydana gelen bu
toplumsal yükseliş sadece Türkiye’deki yönetici sınıfın yüreğine korku salmakla
kalmamış, emperyalist kampın başını çeken ABD’yi de haklı olarak
endişelendirmişti.
Bir sonraki yıl
değişik toplumsal kesimlerden yaklaşık beş yüz bin kişiyi Taksim meydanında
toplayan işçi sınıfı sadece cumhuriyet tarihinde değil, bölge ölçeğinde eşi
benzeri olmayan bir eylem gerçekleştiriyordu. Önü alınmadığında emperyalist
kapitalist sistemin “yüksek menfaatleri”
adına belki de çok geç kalınmış olacaktı. Bu nedenle 77 1 Mayıs’ı oldukça
profesyonel bir saldırıyla kana boğuldu.
Saldırı başarıya
ulaşmış, toplumsal yükselişin ivmesi kanlı 1 Mayıs’la kırılmış, akabinde Taksim
işçi sınıfına yasaklanmıştı.
O günden sonra
Taksim, devletle toplumsal muhalefetin arasında her iki taraf yönünden de haklı
bir çatışmanın konusu oldu. Sonunda kararlı bir mücadeleyle yasak 2009 1
Mayıs’ında yeniden delindi, devlet meydanı gösterilere açmak zorunda kaldı.
Ancak egemen akıl
pes etmemiş, sorunu temelli çözmenin çok daha ince, üstelik de kârlı bir yolunu
bulmuştu. Taksim “yavaş yavaş”
kapatılacaktı.
İktidarın iç içe
geçirerek yürütmeye çalıştığı “Taksim’i
yayalaştırma”, “Taksim’e Cami” ve
“Topçu Kışlası” projeleri özünde
Taksim’i “yavaş yavaş” politik bir
mekân olmaktan çıkarma projeleridir.
Egemen aklın
hamlesine karşı toplumsal muhalefetin refleksi gecikmedi. İstanbul Büyükşehir
Belediye Meclisinin “Taksim Yayalaştırma
Projesi”ni oybirliğiyle onaylamasının ve onaylanan planın Anıtlar Kurulu’nda kabul görmesinin
ardından 77 demokratik kitle örgütü, sendika, parti ve mahalle derneği bir
araya gelerek Taksim Dayanışması
Platformunu kurdu. Platformun “kent
hakkı” temelinde giriştiği ilk eylem 6 Haziran 2012 tarihli basın
açıklaması oldu. 2013 Mart’ında başlatılan imza kampanyasının ardından 27 Mayıs
2013’te Gezi Parkı’na çadırlar kuruldu ve parktaki ağaçların kesilmesini
önlemek için sürekli nöbet eylemi başlatıldı.
AKP iktidarı “kent hakkı” talebinin
karşısına meşhur %50 çoğunluk söylemi ve polis gücüyle çıktı. 30 Mayıs
şafağında gaz bombaları eşliğinde çadırlar yakıldı. AKP’nin bu girişimi bardağı
taşıran son damla oldu. Sonrası biliniyor.
Gezi Parkı’nda
ile başlayıp ülke sathına yayılan eylemlerin özüne dair en köklü ve evrensel
mesaj şu dört nedenle bardağı taşıran o damlaya aittir:
I. Gezi Parkı eylemi, AKP hükümetinin görmek ve göstermek istediği
gibi “masum” bir “çevreci eylem” değil, objektif olarak kapitalizm
karşıtı siyasal bir eylemdir. Sermayenin sonsuz birikim arzusu onu
doğal sınırlarıyla tanıştırmış, nihayet doğayla daha en başından var olan
çelişkinin uzlaşmaz niteliği açığa çıkmıştır. Küresel iklim değişikliği
örneğinde olduğu gibi kapitalizm kendisini yeniden üretirken yenilenmesine
olanak vermeyecek biçimde doğayı tüketip tahrip etmeye başlamıştır. Doğayı
savunan her eylem bu nedenle, eylemi gerçekleştirenlerin niyetlerinden bağımsız
olarak kapitalizm karşıtıdır. Başta
olmasa da eylemin nihayetinde eylemciler şu ya da bu biçimde mutlaka
kapitalizmle yüzleşmek zorundadırlar.
II. Kapitalizmin doğayla çelişkisi evrensel bir çelişkidir.
Gezi Parkı eylemi de bu nedenle evrenseldir. Gezi Parkı
eylemcilerinin çevresinde örülen ve çığ gibi büyüyen uluslararası dayanışmanın
kaynağı RTE’nin öne sürdüğü gibi “Türkiye’nin
gelişmesini çekemeyen dış güçler ve faiz lobisi” değil, onun evrensel karakteridir.
III. Gezi Parkı eylemi kent hakkı temelinde bu ölçekte
gerçekleşen ilk eylemdir. Gelecekte benzer eylemleri tetiklemeye yetecek ölçüde
deneysel
bilinç üretmiştir.
IV. Gezi Parkı eylemi, insanın doğanın ayrılmaz bir parçası
olduğunu anımsattığı insanın ezeli özgürlük tutkusunu yeniden
ateşlemiştir.
Sonuç
AKP iktidarı ve
RTE için şunlar söylenebilir:
1.
Gezi Parkı’nda hükümetin attığı geri adımın işin
başında değil de, yoğun güç kullanımına rağmen gerilemeyen yığınların kararlı
duruşunun ardından gelmiş olması, destekçilerinin AKP hükümetine olan
güvenlerini zedelerken, muhaliflerin atmak
zorunda kalınan geri adımın samimiyetine
inanmalarını zorlaştırmıştır.
2.
Eylemler AKP’nin inişe geçtiğini, kitle desteğini
yitirmeye başladığını ortaya çıkarmıştır. Yakın dönemde bu gerilemenin
sonuçlarının parlamentoya yansıması ile yeni bir siyasal bunalımlar döneminin
başlaması çok da sürpriz olmayacaktır.
3.
Hükümet, Gezi Parkı eylemi boyunca RTE’nin çok sık
yinelemekten hoşlandığı %50 çoğunluğa sahip olan bir iktidar partisi olgunluğu
ve soğukkanlılığıyla değil, halkın desteğini yitirmiş ve sanki ilk seçimlerde
barajı geçmekte zorlanacak bir partinin ruh haliyle, panik içinde hareket etmiştir. Bunun bir nedeni “marjinal” olarak niteledikleri
eylemcilerin gerçekte öyle olmadığını görmeleri ve bu gerçeğin yayılmasını
önleyememiş olmalarıdır. Diğer nedeni de aksini söyleseler de sürpriz olması,
eyleme hazırlıksız yakalanmalarıdır.
4.
Ankara Sincan ve İstanbul Kazlıçeşme mitinglerini
düzenlerken RTE iki amaç güttü: Birincisi parti içinde çıkan ve çıkma olasılığı
olan çatlak sesleri susturarak zaman kazanmak, ikincisi eylemlerin kitleselliği
ve yaygınlığı karşısında hükümetin arkasındaki desteğin sürdüğünü görme ve
gösterme ihtiyacını karşılamak. Sincan’da maksadın nail olmamasıyla
Kazlıçeşme’de iş daha sıkı tutulmuş, AKP içinde uç veren çatlağın büyümesinin
önüne geçen RTE, şimdilik istediği zamanı
kazanmıştır.
5.
RTE gerek eylem süresince, gerekse nispeten kontrolü
sağladıktan sonra, zor kullanımını öne çıkararak, polis ordusunun
güçlendirilmesine vurgu yaparak gelecekte şiddete daha çok başvuracağını ima
etmiş, kazandığı zamanı tarihte benzerlerinin
düştüğü aynı hatayı paylaşarak değerlendireceğinin işaretlerini vermiştir.
6.
RTE’nin karizması
bu eylemde gerçek bir sınavdan geçmiş ve oldukça kötü bir not almıştır. Mizacı
AKP’nin yükselişinde olumlu bir rol oynamış, ancak yükseliş dalgası geri
çekilirken tersine çalışmaya başlamıştır. Bu geri çekilme onun liderliği
altında devam ettiği koşulda AKP’nin kan
kaybı beklenenden fazla olacaktır.
7.
RTE birisi Gezi Parkı eylemleri öncesi, ikisi eylemler
sırasında siyasal kariyerinin geleceğini etkileyecek ağırlıkta üç büyük hata yapmıştır. Birincisi,
Suriye’ye müdahale konusunda aşırı istekli olması ve bu hevesin Obama ile
yaptığı son görüşmede karşılık bulamadığı gibi, denetimi konusunda ABD’yi
oldukça düşündürmesidir. İkincisi, eylemleri kaba bir biçimde “faiz lobisi”nin oyunu olarak
değerlendirmesidir. Üçüncüsü eylemlere borsanın verdiği olağan tepkiyi, yine
bir oyun olduğunu ileri sürerek “Utanmadan,
sıkılmadan, borsayı çökertme gayretleri içerisine girenler, borsada Tayyip
Erdoğan'ın parası yok, çökersen sen çökeceksin” demesidir. RTE, “faiz
lobisi” olarak nitelediği mali sermayenin en yüksek karlılığı kendi döneminde
yakaladığını, AKP’nin ekonomik başarısının ardında aynı “faiz lobisi”nin
olduğunu unutarak aralarında kurulan kazan-kazan
işbirliğini zedeleyen bir tutum sergilemiştir. Yine hem mali sermaye hem de
sanayi sermayesi yönünden borsanın önemi ortada iken ve kendi iktidarı
döneminde borsa tarihinin en büyük “halka arz”ları gerçekleşmiş, arz edilen
bazı şirketlerin patronları halen AKP milletvekiliyken RTE’nin sözleri AKP iktidarının çevresinde
kenetlenmiş sermaye çevrelerini düşünceye sevk etmiştir. Gerek mali sermaye,
gerekse ABD, RTE’nin önünü arkasını düşünmeden yaptığı çıkışlardan rahatsız
olmuş ve bunu değişik biçimlerde belli etmişlerdir. RTE’nin bu çıkışlarının
neden olduğu belirsizlik tablosu öncelikle sıcak parayı ve dolayısıyla dövizi
hareketlendirmiş, özellikle AKP hükümetine güvenerek 226 milyar dolarlık borcun
altına girmiş özel sektörü telaşlandırmıştır.
8.
Buraya kadar yazılanlar ışığında sonun başlangıcı(mı) sorusuna bir yanıt vermek gerekirse, şimdilik AKP için olmasa da RTE için
Gezi Parkı eylemlerinin sonun başlangıcı olduğunu söylemek mümkündür. Kullandığı şiddet ve sergilediği sert
mizaçla Cumhurbaşkanlığı yolu RTE’ye kapanmıştır. Gerek ABD, gerekse mali sermaye (faiz lobisi)
yönünden, gerilese bile AKP’yi yaklaşan genel seçimlerde iktidarda tutabilecek
kadar oy toplayacak bir seçenek bulunması halinde, RTE’nin AKP liderliğinden uzaklaştırıldığını görmek sürpriz
olmayacaktır.
Gezi Parkı
eylemcileri için şimdilik
yapılabilecek saptama ve öngörüler, hareketin enerjik ve sürekli kendisini
yenileyen karakteri, yaratıcılığı göz önünde tutularak, mutlaklaştırmamak
kaydıyla şöyle sıralanabilir:
1.
Çoğulculuğu ve yaratıcılığı, gençlerin ve kadınların
çoğunlukta olması, tükenmek bilmeyen enerjisi, özgüven ve cesareti, spontane
görünümüne karşı kendine özgü pratik iletişim ve örgütlenme ağlarına sahip
olması, Gezi Parkı eyleminin ve eylemcilerinin öne çıkan başlıca karakteristik
özellikleridir.
2.
Gezi Parkı eylemi dili, kararlılığı ve yarattığı
uluslararası etkiyle sınırları aşmış, uzun bir aradan sonra Türkçeyi ve
Türkleri dünyanın devrimci dilleri ve halkları arasına sokmuştur.
3.
Bardağı taşıran son damlanın kaynağını doğrudan
demokrasi talebiyle kent hakkı ve ekolojik mücadeleden almış olması son
derece anlamlıdır. Birisi temsili demokrasinin diğeri doğanın tükenişinin
habercisi olarak birlikte sermaye toplumunun tarihsel ve doğal sınırlarına
gelip dayandığının ve uygarlığın mevcut rotasında köklü bir
değişim olmadan aynı doğrultuda devam edemeyeceğinin mesajlarını
vermektedir. Bardağın taşması her ne kadar onun yeterince dolmuş olmasından
kaynaklansa da taşkını toplumsal bir sele dönüştüren bu mesajın gücüdür. Gezi
Parkı eylemleri doğrudan demokrasi talebiyle yürütülen ekolojik mücadelenin
sahip olduğu muazzam devrimci potansiyeli, birleştirici politik gücü tüm
dünyaya göstermiştir.
4.
Gezi Parkı eylemleriyle toplum üzerindeki ölü toprağını
atmış, 12 Eylül’den bu yana kaybetmiş olduğu özgüveni yeniden kazanmış,
meşruluğunu haklılığından alan eylemlerin yığınları nasıl da kararlılık ve
cesaretle harekete geçirdiği görülmüştür. Toplumsal bilince ket vuran bentler
yıkılmıştır. İlk dalga geçse de, bir sonraki dalga mutlaka daha
bilinçli ve güçlü olacaktır.
5.
Ulusal ayrımcılık ve şövenizmin geri plana düşmesiyle
toplum kendi sorunları temelinde gerçek bir gündemle hareketlenmiştir. Bu
nedenle Gezi parkı eyleminin toplumsal yaygınlık kazanmasıyla, “çözüm
süreci”nin örtüşmesi bir rastlantı değildir.
6.
Bardağı taşıran son damlanın açık anti-kapitalist
karakterine karşılık, toplumu doğrudan demokrasi ve ekolojik yeni bir uygarlık
talebiyle peşinden sürükleyecek asgari ölçekte örgütlü siyasal bir aklın eksikliği
Gezi Parkı eylemleri ve eylemcilerinin belki de en önemli zaafıdır. Bu aklın
yaratılması, ortaya çıkan toplumsal enerjinin düzen içi siyasetlerin kuyruğunda
heder olmaması için yaşamsal bir zorunluluktur.
7.
Hâlihazırda böylesi bir aklın yokluğu nedeniyle,
hareket kapitalizm karşıtlığı temelinde değil, AKP, özellikle de RTE karşıtlığı
temelinde “hükümet istifa” belgisi
eşliğinde siyasallaştı. Doğayla dost ekolojik bir uygarlık talebiyle değil,
mevcut modern yaşam tarzını savunma temelinde hazır bulduğu ve içinde ulusalcılıktan neo-faşizme varıncaya
kadar geniş ama siyasal olarak geri muhalif bir cephenin belgileriyle ülke
sathına yayıldı.
8. Taksim Dayanışması Platformu süresiz
nöbet eyleminden, mahalle forumları toplama kararına varıncaya kadar, hareketin
kendi aklını yaratabilmesinin zeminini oluşturma yönünde adımlar atmış, en
azından İstanbul’da ulusalcı-neofaşist eğilimlerin hareket üzerinde etkinlik
kurmasının önüne geçmiştir.
9. 90 kuşağı gençlik Gezi Parkı eylemleriyle bir anda
siyasetin en çok sözü edilen öznesi, hareketin omurgası olmuştur.
Bilgisayarlarla sanal ağların içinde yetişmelerine karşılık insanın doğasına ve
özgürleşmesine yaptıkları vurgu, mücadele içinde mücadelenin dilinin,
ortaklaşmacı ve dayanışmacı bir kültürün somut pratik örneklerini vererek
kurucu bir faaliyet içine girmiş olmaları son derece önemlidir. Onlar kültürleşmenin
masa başında teorik olarak değil, ancak mücadele içinde, ortaklaşa ve pratik
olarak üretilebileceğini somut örnekleriyle göstermişlerdir. 90 kuşağı
bu nitelikleriyle yukarıda eksikliği vurgulanan siyasi aklı yaratma ya da
onunla en kısa sürede buluşma potansiyeline sahip olduklarını kanıtlamıştır.
10. Sonun başlangıcı(mı) sorusuna Gezi Parkı
eylemi ve eylemcileri açısından verilecek yanıt kesinlikle “evet”tir.
Evet, Gezi Parkı eylemcileri küresel krizle birlikte ortaya çıkan
anti-kapitalist evrensel itiraza belki biraz geç ama umulmadık ölçüde güçlü bir
sesle katılmışlar, yaratıcı eylem ve örgütlenme biçimleri, ürettikleri yeni
dille aynı zamanda onu zenginleştirmeyi de başarmışlardır. Evet, Gezi Parkı
eylemi, ortaklaşma ve dayanışma kültürünün başat olduğu, hiçbir dolayıma
gereksinim duymayan insan ilişkilerinin, doğayla dost ekolojik bir uygarlığın
aklının egemen olacağı yeni bir toplumun ayak seslerini müjdelemiş, sermaye
toplumu için Türkiye’de sonun başlangıcını ilan etmiştir.
¡Las Chapulitas y Los Chapulidos de Todos Los Países,
Uníos![12]
Alpaslan
Aydın
[1] Ayrıca farkında olmadan bu söylemi bizzat
kendileri yalanlıyorlardı. Emniyet Müdürü
Hüseyin Çapkın, Gezi Parkı dağıtıldıktan sonra 17 Haziran akşamı
Taksim’de polislere moral vermek için yaptığı ziyarette, NTV’ye yaptığı
açıklama benzerleri arasından sadece bir tanesidir: “Biz de olaylardan
öğrendik; su sıkıldı, biber gazı atıldı vb diyorlar; üzerinize on
bin kişi geliyor ve bunun beş yüzü size taş atıyor ne
yapacaktınız…”
[2] Başlangıç 1 Mayıs 1977 katliamıdır.
Çorum ve Maraş katliamları ile olgunlaşma devam etmiş, nihayet Kemal Türkler
cinayeti ile süreç tamamlanmıştır. Takvimin kalanını teknik ayrıntılar
belirlemiştir.
[3] C. Koç-Y. Koç, DİSK Tarihi 1967-1980, Epos Yayınları, Ağustos 2008, s.578.
[4] DTÖ’nün ikiz kulelerine uçakla yapılan
ve El Kaide’nin üstlendiği saldırı.
[5] The
National Security Strategy of the United States of America,September 2002,
pdf. S. 6.
[6] Turgut Özal hakkın rahmetine kavuşmuş,
DYP’nin Çiller’lerce tüketilmesinden sonra, 57. hükümette yer alan ANAP’ın
bakiyesi Mesut Yılmaz’la ayakta, Ecevit’li DSP de bilindiği gibi aynı hükümet
süresi boyunca hastanelerde bit(iril)mişti. Altın vuruş hükümette yere alan
MHP’nin toplumun çoğunu derinden sarsan Cumhuriyet tarihinin en büyük krizinin
(2001) ardından kendi infazı anlamına gelecek biçimde erken seçim talebiyle
geldi. Derviş, kriz sonrası ateşten kestaneleri bu üç partiye aldırmış, iktidar
altın tepsi içinde AKP’nin önüne konmuştu. 2002 Kasım seçimlerinde AKP’nin tek
başına iktidar olması bu tablonun doğal, kaçınılmaz sonucuydu.
[7] http://www.patronlardunyasi.com/haber/Banka-karlari-yuzde-19-2-artarak-rekor-kirdi/140198
Erişim: 19 Haziran 2013.
[11] Yeri gelmişken siyasal gündemi bir
süredir işgal eden Suriye’deki iç savaş
konusunda kısa bir not düşmeden geçmek olmaz: Suriye’ye müdahale ile
başlayacağı belli olan savaş, iki tarafı da emperyalist, haksız bir savaştır.
Görünürde “ülke çıkarları” ya da “Esed zulmüne karşı kardeş ve Müslüman Suriye
halkı ile dayanışma” adına halkın savaşa sürülmek istenmesinin ardında,
emperyalist sermayenin çıkarları bulunmaktadır. Savaş patladığında pek
muhtemeldir ki, bu çıkarlar “ülke
çıkarları” olarak servis edilecektir. Sergilemek yetmez, reddedilmelidir!
[12] “Bütün
ülkelerin kadın ve erkek çapulcuları birleşin!” Gezi Parkı protestoları ile
nihayet Türkçe de halkların evrensel mücadele dilleri arasında onurlu yerini
aldı. Ancak halen dünyanın en devrimci dilinin, en gerici, karanlık dönemlerde
bile boyun eğmeyen Latin Amerika halklarından ötürü İspanyolca olduğunu
düşünüyorum. Bu yüzden o çok iyi bilinen belgiyi Gezi Parkı eylemcilerini
selamlamak amacıyla İspanyolca yazıyorum. Gezi Parkı eylemcilerini, kendilerini
ve eylemlerini karalamak amaçlı kullanılan “çapulcu”
sözcüğünü sabır, olgunluk ve kararlılıkla devrimci bir içerikle bezeyip“her türlü baskıya karşı özüne, özgürlüğüne
sahip çıkan insan” anlamına gelecek
biçimde tersyüz etmesini başardıkları için bir kez daha kutluyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder