İlk Sermaye Birikimi
İlk birikim
feodalizmin çözülmesi ve kapitalist öğelerin serbest kalmasıyla başladı.
Tefecilik ve
ticaret yoluyla biriken servetin, sömürgeci yöntemlerle yağmalanan altın ve
gümüşün sanayi sermayesine dönüşmesinin önündeki hukuksal engel, feodalizmin ve
kentlerde lonca örgütlenmesinin çözülmesiyle ortadan kalktı.
Kapitalist üretim
tarzının kesintiye uğramadan kendisini yeniden üretebilmesi için emeğin
koşulları -üretim araçları- ile doğrudan üreticinin dolaysız birliğinin parçalanması, emeğin ücretli emeğe, üretim
araçlarının da sermaye dönüşmesi ve bu dönüşümün sürekliliğinin sağlanması zorunluydu.
Bu parçalanmanın
başlayıp zor kullanımı eşliğinde yoğun olarak yaşandığı, temelini ağırlıkla
tarımsal üreticilerin mülksüzleştirilmesinin
oluşturduğu ve yaşanan proleterleşme süreciyle birlikte kır-kent ayrışmasının da hız kazandığı tarihsel döneme sermayenin ilk birikim dönemi diyoruz.
Süreci ilk
başlatanlar köyün ortak mülküne el koyarak varlığını feodalizm bünyesinde
sürdürmekte olan komünal mülkiyeti tasfiye eden, köylüleri zorla topraklarından
kopararak ekilebilir toprakları meralara çeviren feodal beylerdir.
Kiliseye karşı
reform hareketi süregelen mülksüzleştirmeye hız kattı. Kilise topraklarının el
konup yağmalanması bu toprakları kiralayan küçük çiftçilerin, kapatılan
manastırlarda barınan kimsesizlerin proleterleşmesine yol açtı.
Mülksüzleştirmeyi
ivmelendiren bir başka öğe, ayak uyduramayan küçük zanaatkârın ve lonca
sisteminin tasfiyesini hızlandıran serbest rekabet oldu.
Proleterleşmenin
hızlanmasıyla sayıları artan işçileri o dönemin manifaktür kapitalizmi aynı
hızla işbaşı yaptıramayınca kentlere sürülen yığınlar yaşamlarını sürdürebilmek
için dilenciliğe, hırsızlığa yöneldiler.
Serserileştiler.[i]
Serseriliği şiddet
uygulayarak yok etmeyi amaçlayan kanlı yasalar bu dönem çıkarıldı ve sermayenin
“tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve
pislik damlayarak” doğuşunun belgeleri olarak tarihe geçti.
Feodalizmin son
döneminde bireysel şiddetin aracı olduğu mülksüzleştirme, daha sonra uygulanan
zorun burjuva parlamentoların marifetiyle aldığı yasal biçimler altında 18.
yüzyıl boyunca sürdü.
Burjuvazinin
yükseliş döneminde sürecin asıl öğesi ücretlerin ve işgününün devlet zoruyla
burjuvazi lehine düzenlenmesi olmakla birlikte devletin rolü sadece bu tür
düzenlemeler yapmak ve zor uygulamakla sınırlı kalmadı.
Devlet, kamusal
borçlanmanın ilk sermaye birikiminin en önemli kaldıraçlardan birine
dönüşmesine de aracılık etti. Aşırı kamusal borçlanma, beraberinde günümüzde halen
egemenliğini sürdüren modern vergilendirme sistemini yarattı.
Vergilendirmenin
tek işlevi sermaye birikimi adına yapılan borçlanmanın yükünün halkın sırtına
yıkılmasından ibaret değildi. O günümüzde de olduğu gibi daima işçileri
uysallaştırmanın ve işten başını kaldırmadan sürekli çalışmaya tutsak etmenin
gizli araçlarından biri oldu. Aşırı vergilendirme işte bu nedenle kapitalist
toplumlarda “bir raslantı olmaktan çok,
bir ilkedir.”
Nihayet,
korumacılık ve gümrükler ilk sermaye birikiminde uygulamaya sokulan yapay
araçlar olarak azalan etkilerine rağmen günümüze değin varlıklarını korudu.
İlk birikim
süreciyle hem emeğin koşulları –üretim araçları- hem de bizzat emeğin kendisi,
onu boyunduruğu altına almak isteyen yabancı bir güç, sermaye olarak doğrudan
üreticiden ayrıldı karşısına dikildi. İnsanın kendi emeğine yabancılaşmasının
kazandığı ivme ile yabancılaşma sürecinde tarihsel
bir eşik aşıldı.
Kır-kent
farklılaşmasıyla toprağın yoksullaşması ve erozyonu da kapitalist gelişim
boyunca hiç terk etmediği rotaya bu dönem girdi.
İnsanın
kendine ve doğaya yabancılaşması dizginlerinden boşalmaya kapitalizmin tarihsel
temelinin atıldığı bu dönem başladı.
İlkelleşen
Sermaye Birikimi
Kapitalizm
yetmişli yıllarda başlayan, sünerek uzayan ve halen şiddetli patlamalarla süren
bir krizin içine girdi.
“Altın yükseliş”
dönemi tükenmişti ama ardında sermayenin çelişkili doğasını yüzüne vuran ve
kolayına tükenmeyecek bir dizi sorun bırakmıştı. Özellikle üçü, sermayeyi
mevcut birikim rejimini gözden geçirmeye zorlayacak güçteydi:
1.
Bir yandan sonu gelmez bir rekabetin neden
olduğu sermayenin organik bileşiminde gerçekleşen devasa artış, bir yandan
aşırı birikmiş sermaye, kâr oranlarında
gerilemeye yol açmıştı.
2.
Üretici
güçler geometrik olarak artarken, pazarlar aritmetik olarak büyümüştü.
Fordist bandın kitlesel üretim hızına pazarın büyüme hızı yetişememişti. Pazar
doymuş, üretilen artık-değeri gerçekleştirmek zorlaşmış, stoklar şişmiş zarar
yazmaya başlamıştı. İşin kötüsü dünya pazarı genişleyebileceği sınırların
sonuna dayanmıştı. Daha fazla ancak derinliğine büyüyebilirdi. Yani yeni
ihtiyaçlar yaratılacak, yetmediğinde ihtiyaç olmayan ihtiyaçlar peydahlanacak,
metaların albenisi artırılacak, kullanım ömürleri kısaltılacak,
çeşitlendirilecekti. Demek ki bundan böyle rekabet daha bir kızışacak, stoğa
üretim son bulacak, ayakta kalmanın yolu arzdan ziyade talebe endeksli esnek bir üretimden geçecekti.
3.
Altın yükseliş döneminin son demlerine doğru
işçi sınıfının burjuvaziden beklentisi artmış, sendikalar büyümüş, sermayenin
ise tersine eli daralmış, heybesinde işçiler için ayırdığı pay küçülmüştü. Düşen kâr oranları toplu
pazarlıkları al gülüm ver gülüm
havasından çıkarmış, gerçek bir kavganın
konusu yapmaya yetmişti. Sermaye için
sosyal refah devleti taşımak istemediği bir yüke,
sendikalar da kurtulmak istediği bir fazlalığa
dönüşmüştü.
Rüzgârın yönü
belliydi. Şimdi sermayenin elinde çelişkili doğasında daha baştan verili olan eğilimini gerçekleştirebilmek için oldukça
makul gerekçeler vardı. Üstelik savaşın onca tahribatına rağmen 1950’lerden
başlayarak herkesten önce üretimini esnekleştiren ve böylece rekabet
üstünlüğünde ilk sıraya yerleşen Japonya diğerlerinin önünde canlı örnekti.
Yola esnekleşmiş üretimle devam
edilecekti.
Ancak düşen kâr
oranlarını tersine çevirmek için, üretimin yanında ayrıca emek-gücünün de
esnekleştirilmesi, sömürü oranının ek bir
maliyet istemeden yükseltilmesi gerekirdi. Demek ki mutlak artık-değer
sömürüsünü artıracak yol ve yöntemlere ağırlık verilecekti. Bunun için de önce
işçi sınıfının mevcut kazanımları geri alınmalıydı. Savaş sonrası işçi
sınıfının çeke sündüre razı edildiği mutabakatın, sosyal refah devletinin suyu
ısınmıştı.
Mutabakatı bozan burjuvazi emek-gücünü
yasalarla, yasaların yetmediği yerde fiilen
esnekleştireceği, “uygar”
görüntüsünün ardındaki gerçek yüzünü sergileyeceği, doğrudan işçi sınıfını
hedef alan, henüz krizi aşma bağlamında kendisi için de nihayete ermemiş bir
saldırıyı başlattı.
Sosyal refah
devleti uzlaşması çerçevesinde otomatiğe bağladığı birikim rejiminden, devletin “sosyal” ve “refah” sıfatlarından
kurtularak elindeki sopasıyla sadece devlet
olarak rol alacağı, en belirgin kuralı kuralsızlık
olan ilkel
birikim rejimine geçti.
Yanlış
anlaşılmasın!
Gerçekte sermaye
birikimi, her yeni genişleme hamlesine uygun biçimlere bürünerek ona eşlik
eden, özü zora dayalı mülksüzleştirme olan ilkelliğini hep korudu. Ama
toplumsal ilerlemenin eriştiği düzey, genel
üretici gücün barındırdığı özgürleştirici
potansiyel dikkate alındığında bu ilkellik en fazla şimdi sırıtmaya başladı. Bu yüzden onu bugün çoğunluğun kullandığı esnek sıfatıyla değil, bu karşıtlığı en
iyi anlattığını düşündüğüm ilkel
sıfatıyla nitelemeyi tercih ediyor, ilkel
sermaye birikimi diyorum.
Mülksüzleştirme,
doğrudan üreticinin elinden üretim araçlarının çekilip alınmasıyla sınırlı bir
süreç değildir. Bu onun görünen
yüzüdür. Kaba şiddet eşliğinde en yoğun olarak sermayenin ilk birikim döneminde yaşandı. Ve:
ü
Emekçilere dolaylı-dolaysız vergiler olarak
dönen kamusal borçlanma soygunuyla,
ü
Kamusal mülklerin, sağlık-eğitim hizmetlerinin
özelleştirilmesi, emeklilik yaşının uzatılması, kıdem tazminatlarının
kaldırılması gibi geçmiş mücadeleler sonucu kazanılan hakların gaspıyla,
ü
Emekçilerin emeklilik ve yatırım fonları
aracılığıyla toplanan bireysel birikimlerinin borsalarda öğütülmesiyle,
ü
Türlü hokkabazlıklarla kredilendirilen
emekçilerin gelecekteki gelirlerine ve ödeyemeyecek duruma düşmeleri halinde
tüm varlıklarına haraç mezat el konulmasıyla,
ü
Sayıları
azaldığından azalan bir yoğunlukla da olsa mülksüzleştirilen küçük üreticilerin
kent ve kır yoksullarına dönüştürülmesiyle,
Halen sürmektedir.
Akyaka’da pazar
yerinin üstündeki zeytinlik alanın başına gelen de yukarıda sayılan mülksüzleştirme
biçimlerinden biridir. Kamusal bir mülk özelleştirme adı altında sermaye
birikimine dâhil edilmeye çalışılmaktadır.
İmar değişikliği
usulsüz mü, değil mi, konutlar iki katlı mı yoksa çok katlı mı olacak laf
kalabalığının kaldırdığı toz bulutunun örtmeye çalıştığı gerçek de budur!
Alpaslan Aydın
[i]
Serseri: Belli bir işi ve yeri olmayan başıboş (kimse). Dil Derneği,
Türkçe Sözlük, Ekim 1999.