27 Eylül 2020 Pazar

Gökova Dört Mevsim Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Raporu Üzerine Değerlendirmeler

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Doğal Sit Alanlarının koruma statülerini yeniden değerlendirmek üzere 2016 yılında ülke genelinde başlattığı Dört Mevsim Ekolojik Temelli Araştırma Projeleri kapsamında Gökova Bölgesi ile ilgili bölümü geçtiğimiz hafta nihayet kamuoyu tarafından görünür hale geldi. Proje tamamlandıktan sonra hazırlanan rapora dayanılarak Muğla genelinde Doğal Koruma Alanlarının koruma dereceleri değiştirildi ve büyük oranda düşürüldü. Ancak söz konusu rapor hiçbir zaman kamuoyu ile paylaşılmadı. Muğla Çevre Platformu’nun kurulmasına vesile olan çalışma başladığından beri MUÇEP’in projenin Muğla ile ilgili kısmını Bakanlık’tan birçok kez Bilgi Edinme Yasası kapsamında istemesine karşın talepler sonuçsuz kalmıştı.  Datça – Alavara Korunan Alanındaki değişikliklerle ilgili olarak açılan dava kapsamında Muğla Dört Mevsim Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Raporunun tamamı Bakanlık tarafından Mahkemeye gönderildi. Adeta devlet sırrı gibi saklanan rapor, davacı tarafların MUÇEP ile paylaşması sonucunda artık kamuoyuna açık hale gelebildi. 

Bu çalışmada söz konusu raporun hazırlanışında izlenen bilimsel yöntem, hazırlanış süreci ve içeriği ile ilgili değerlendirmeler yer almaktadır. Raporun içerdiği verilerle ilgili ayrıntılı değerlendirmelere daha sonra devam edilecektir.

Bu değerlendirmemizde değindiğimiz raporun Gökova ile ilgili bölümüne  Gökova Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Raporu linkinden ulaşabilirsiniz.

Raporun Hazırlanmasında Kullanılan Yöntemle İlgili Eleştiriler

Bilimsel çalışmalarda çok çeşitli yöntemler kullanılır. Hangi yöntemin seçileceği ise tesadüfi değildir. Yöntem seçimi araştırmacının dünya görüşüne, ele aldığı konuya, araştırma nesnesine ve en önemlisi de niyetine göre değişir. Yöntem seçimi aynı zamanda araştırmacının kullanacağı araçların seçimini de belirler. Raporda Doğal sit alanlarının koruma derecelerinin belirlenmesinde kullanılan AHP (Analitik Hiyerarşik Proses) bir yöntem değil, bir araçtır. Arkasında statik veya karşılaştırmalı statik analizlere olanak veren pozitivist yöntem vardır. Pozitivist yöntem sayısal araçlar kullanarak ulaşılan sonuçları kesin ve tek doğrular, dolayısıyla da “bilimsel” doğrular olarak sunar. Oysa, bilimde neyin doğru olduğu, doğruların tekliği ve kesinliği her zaman tartışmalıdır. Bilim toplumdan ve ideolojilerden bağımsız değildir. Bunlardan etkilenmeyen nötr bilim ve teknoloji olduğu iddiasının kendisi aslında oldukça ideolojiktir. Dolayısıyla bu raporla, doğal sit alanlarının koruma derecelerinin düşürülmesinin bilimsellik iddiası ile meşrulaştırılması kabul edilemez.

Ekolojik temelli bilimsellik iddiasındaki bir çalışmanın, olay ve olguları bağlamlarından koparmadan içinde gerçekleştiği koşullarla birlikte çok boyutlu değerlendirmek, zaman ve mekan içinde değişen anlamlarını keşfetmeye çalışmak ve elde edilen sonuçları insan toplumlarını da içeren ekosistemin yararına olacak şekilde kullanmak gibi bir kaygısı olmalıdır. Böyle bir analizin, doğrudan parçalardan bir ya da daha fazlasına ayrı ayrı yoğunlaşmak yerine, öncelikle zaman-mekânda değişmekte olan bütünü göz önüne alması; sonrasında parçalara haksızlık etmeden bütün-parça ilişkilerini dinamik olarak analiz etmesi gereklidir. Ele alınan konuya bütünlüklü, çok boyutlu, ilişkisel ve dinamik bir yaklaşım çoğu kez konunun göründüğü gibi olmadığını, görünenin yanıltıcılığını ortaya çıkarır. Bilim de bunun için vardır. Söz konusu rapor hazırlanırken bu çok boyutluluk görünüşte kalmış, statik bir analiz yapılmış, hem nicel hem de nitel bir analiz yapıldığı iddiasına karşın doğal sit alanlarının koruma kategorilerinin belirlenmesinde koruma derecelerinin düşürülmesine olanak veren nicel analiz (AHP) esas alınmıştır. Oysa ele alınan alanların belirlenen özellikleri göz önünde bulundurulup, AHP’de yapıldığı gibi belli sayısal kriterlere uygunluğuna bakılmaksızın, saptanan bozulmaların onarımına olanak verecek önlemler alınarak, koruma alanı hem genişletilebilir  hem de koruma derecesi yükseltilebilirdi. Bu durum raporların hazırlanmasına dayanak oluşturan Korunan Alanların Tespit, Tescil ve Onayına İlişkin Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmelik’te bulunan (bundan sonra Korunan Alanlar Yönetmeliği olarak kullanılacaktır) “Korunan alanların doğallığını muhafaza etmek ve mevcut koruma değerlerinin devamlılığının sağlanması esastır” Madde 5(l) ve “Ekolojik dengeyi bozacak herhangi bir faaliyete izin verilmez” Madde 5(k) ilkelerine de uygun olurdu.

Raporun öncelikle eleştirilmesi gereken yanı, kullandığı AHP tekniğinin taşıdığı etik sorundur. AHP birbirleriyle karmaşık bağlantıları olan canlı ve cansız varlıkları içeren habitatları ve bunlar içindeki ve üzerindeki süreçleri birbirleriyle ilişkileri yokmuşçasına parçalayarak, bölünmez habitatlara yapay sınırlar çizerek, hiyerarşik kategoriler kurarak sayısallaştırır. Doğayı ve içerdiği varlıkları nesneleştirerek, parçalı ve mekanik bir şekilde betimler. AHP yöntemi tam da bu mantıkla doğadaki bitki ve hayvan türlerini tek tek bağlamlarından, bulundukları yaşam zincirinden koparıp çeşitli kategorilere ayırarak nesneleştirir. Her bir kategoriyi kendi belirlediği önem sırasına göre ağırlıklandırır. Seçilen alanın koruma derecesi, içerdiği tür sayısının sokulduğu kategorilere ve bu kategorilerin hesaplamadaki ağırlıklarına göre belirlenir. Sonuçta ulaşılan sayısal değerlere göre alanın koruma derecesine karar verilir. Bu da “bilimsel” bir yöntem olarak sunulur. Bu mantıkla farklı kategorilere göre ağırlıklandırılıp, aralarında hiyerarşi kurulan, canlılardır. Aynı mantıkla devam edilirse nesli küresel ve ulusal ölçekte tehlike altında olmayan türlerin yaşadığı alanlar çeşitli yatırımlara açılabilir (nitelikli koruma alanı ise çadırlı kamp alanı, bungalov ve günübirlik faaliyetler; sürdürülebilir koruma alanı ise bu liste otel inşasından yerleşim yeri kurmaya kadar uzuyor) ve oralarda yaşayan canlılar da bir süre sonra bu faaliyetler nedeniyle yok olmaya başladığında alanın koruma derecesi tekrar düşürülebilir ya da tamamen koruma kapsamından çıkarılabilir. Bu bir koruma mantığı değil yok etme mantığıdır.    Dolayısıyla, doğal alanların koruma derecelerinin belirlenmesinde en sık kullanılan uluslararası tekniğin AHP olması rastlantı değildir. Çünkü Dünyada kapitalist sistemin temel kurumlarınca yaygınlaştırılan sürdürülebilirlik, yeşil ekonomi ve yönetişim söylemleriyle aslında doğanın farklı boyutları korunmak yerine yeni ve karlı yatırımlara açılmakta; doğa piyasa siteminin iktisadi aklının içine alınarak standartlaştırılabilir, ölçülebilir birimlere indirgenmektedir. AHP tam da bunu yapmaktadır. Böylece belli sayısal standartları sağlamadığı gerekçesiyle koruma derecesi düşürülerek ele alınan alan yatırımlara açılabilir hale getirilmektedir.

Doğanın sayısallaştırılması yaşamın sayılarla ölçülmesinin, standardize edilmesinin getirdiği etik sorun dışında başka etik sorunlara da yol açar. Sayısallaştırma, araştırmayı yapanı da sorumluluktan kurtarır. Artık olacaklardan sayılar sorumludur. Ulaşılan sonucun ekolojik açıdan iyi yada kötü olduğu değil, sayılarla ispatlanmış “kesin” ve “bilimsel” doğrular olduğu iddia edilebilir. Ahlaki yükünden kurtulan araştırmacı bu durumda kendisini de resmin bütününü görebilen bir bilim insanı olmaktan, resmin bütününü sorgulayamayan ve sadece belli teknikleri uygulayabilen bir teknisyen olmaya indirger. Bir başka etik sorun da sayısallaştırılamayanın korunmaya değer görülmemesidir. Örneğin belli bir bitkiyi endemik kılan, yetiştiği bölgenin organik ve inorganik yapı ve süreçlerinin karmaşık ilişkileri sonucu oluşan ortamdır. Bu ortam içindeki o bitki sayısallaştırılabilirken, ortamı oluşturan karmaşık süreçler ve ilişkiler sayılara indirgenemediklerinden korunmaları da düşünülmez.

Oysa ekoloji yanlısı bir yaklaşım ilişkisel ve dinamik bir yaklaşımla, öncelikle habitatları içerdiği ilişki ve süreçleri parçalamadan, bütünselliği içinde ele alarak bir takım tekniklerle ölçülebilecek kategorilere ayırmazdı. Bu durumda var olan koruma derecelerini indirmek yerine yükseltmek gerekecekti. Ekoloji yanlısı bilimsel bir yaklaşım, Gökova bölgesindeki önceki daha yüksek koruma derecelerine sahip alanların bile sınırlarının, aslında habitat bölünmesine yol açtığını görüp koruma alanını bu durumu düzeltecek biçimde genişleten bir yaklaşım benimseyecekti. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Doğal SİT’lerin tespit edilmesi için belirlediği teknik esaslarda “temel yaklaşım; kritik türlerin yayılım sınırları esas alınarak alanın tür çeşitliliğinin (flora ve fauna), habitat özelliklerinin, yayılım ve beslenme alanı sınırlarının tespit edilmesidir” (s.7) dendiği ve bu  raporlarda habitat bütünlüğünün göz önüne alınması doğal sitlerin genel değerlendirilmesinde önemli kriterlerden biri olduğu halde (s.15) Dört Mevsim Ekoloji Temelli Bilimsel Araştırma Raporu’nda bu yapılmamıştır. Bu da raporlar hazırlanırken kendi iç mantığına bile uyulmadığını gösterir. 

Yine ekoloji yanlısı bir yaklaşım, çalışma yapılan alanda ekolojik açıdan bir bozulma gördüğünde buranın koruma derecesini düşürmek yerine bu bozulmanın nedenlerine inerek, onu onaracak, mümkünse eski haline getirecek önlemler alınmasını sağlayacak şekilde yönetim planları oluşturulmasını öngörmeliydi. Örneğin,  Gökova doğal sit alanında  olumsuz etkilere yol açan insan kaynaklı etkenler olarak yapılaşma, kaçak avcılık, tarımsal, turizm ve endüstriyel aktiviteler vb. gösterilmiştir. Bütünsel olarak bakıldığında olumsuz etki düşük olarak saptanmıştır (Tablo 18 )[1]. Bu durumda yapılması gereken, daha fazla bozulmaya yol açmadan, bu olumsuz baskıyı azaltmaya yönelik önlemlerin alınmasıdır. Oysa gerçekte, eskiden 1. Derece sit statüsüne sahip çok büyük bir  alanın koruma derecesi düşürülmüş ya da koruma kapsamından çıkarılmıştır. Bu durum Gökova Doğal Sit Alanının önceki ve Rapor’da önerilen ve onaylanan haliyle yeni durumunu gösteren aşağıdaki haritalarda açıkça görülmektedir. 

 



Raporda AHP hesaplamaları sonucu doğal sit alanının ağırlıklı olarak nitelikli ve sürdürülebilir koruma özellikleri göstermesine karşın, alanın küçük bir kısmının “Kesin Korunacak Hassas Alan” statüsünde bırakıldığı bir lütuf gibi belirtilmiştir. Gerekçe olarak,

 “Gökova Doğal Sit Alanı’nın klimaks safhadaki doğal ormanlık ve makilik kısmı flora, fauna ve ekosistem açısından birlikte değerlendirildiğinde “alan, birçok küresel ve ulusal ölçekte dar yayılışlı türe ev sahipliği yapması, bölgesel ve ulusal ölçekte olağanüstü ekosistemleri barındırması, genel olarak insan etkisinden uzak olması, kendine özgü koruma amaçlarına ters düşecek nitelikteki insan faaliyetlerini bünyesinde bulundurmaması, basit müdahalelerle yönetilebilir özeliklere sahip olması” gibi nedenler göz önüne alındığında incelenen bu doğal alan “Kesin Korunacak Hassas Alan” özelliği taşıyan bir alan olarak değerlendirilmiştir (s.147).

AHP’de çıkan sayısal sonuçlara bakılmaksızın, alanın bütün bu niteliksel özellikleri dikkate alınarak tümüyle Kesin Korunacak Hassas Alan statüsünde olmasının önünde ne engel vardı?

Uygulanan AHP tekniğinin bir başka sakıncası statik olmasıdır. Yani sadece araştırmanın yapıldığı dönemin verilerine göre belli sayısal kriterlerin sağlanıp sağlanmadığına bakılarak koruma dereceleri saptanmış, Gökova Bölgesi ile ilgili daha önce yapılan çok önemli çalışmalar göz önüne alınmamıştır. 

Zaman içindeki değişmelerin göz ardı edilmesi nedeniyle önceki daha yüksek koruma derecesinin düşürülmesi yeterince gerekçelendirilememiştir. Oysa Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Doğal sit alanlarına ilişkin Teknik Esaslar raporuna göre,

“Mevcut alanların değerlendirilmesi ve yeniden tespit yapılması için öncelikle ön inceleme yapılır ve ön değerlendirme raporu düzenlenir. Ön değerlendirme raporu neticesinde, bilimsel araştırma çalışmasının gerekliliğinin ortaya konulması durumunda Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Raporu yapılır……(s.4). Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Raporuna ihtiyaç olup olmadığının belirlenmesi için öncelikle varsa bu alana özgü yapılmış bilimsel çalışmalardan faydalanılacaktır” (s.8) denmektedir.

Oysa Dört Mevsim Ekolojik Temelli Bilimsel Rapor’dan önce bir ön değerlendirme raporunun hazırlanıp hazırlanmadığı belli olmadığı gibi, Bölge ile ilgili önceki bilimsel çalışmalardan yeterince yararlanılmadığı kaynakçasından anlaşılmaktadır. (Bölge ile ilgili değinilmeyen önemli çalışmalara ikinci bölümde ayrıntılı olarak yer verilecektir.) Bu durumda raporda ele alınan alanlar, sadece statik bir biçimde içerdiği türlerin belli kriterlere uyup uymadığına göre değerlendirilmiş, koruma derecesi düşürülen alanların bu düşürmeyi gerekçelendirecek biçimde önceki durumuna göre nasıl bir değişim gösterdiği açıklanmamıştır. Zaman içindeki değişmelerin göz önüne alınmasını önleyen bu yaklaşım, ele alınan bölgede varsa ekolojik tahribatın nedenlerini de ortaya çıkarmakta yetersiz kalır. Oysa ekoloji yanlısı bir yaklaşım yukarıda belirtildiği gibi bozulmanın nedenlerini ortaya çıkarıp bunları gidermeye yönelik olurdu.

En önemli eleştiri de raporun fırsatçı mantığına yapılmalı. İster dinamik bir analizle zaman içinde, isterse de statik bir analizle araştırmanın yapıldığı dönemde olsun, ele alınan alanda niteliksel ve/veya niceliksel bozulmaların ortaya çıktığı saptandığında yapılması gereken, nasıl olsa bozulmuş mantığıyla buraların koruma derecesinin düşürülerek yeni yatırımlara açılması değil, tüm ekosistem için değerli ve yaşamsal öneme sahip söz konusu habitatlar daha fazla tahribata uğramadan olabildiğince bu tahribatın önlenmesi için gereken tedbirlerin alınması biçiminde olmalıydı. Öncesinde daha yüksek koruma derecesine sahip alanların koruma derecesinin düşürülmesi, bu raporların fırsatçı bir mantıkla hazırlandığına işaret etmektedir. Oysa bilimsel olma iddiasındaki bir rapor, yatırımcılara yeni yatırım fırsatları açma kaygısından çok ekosistemin korunması yanlısı olmalıydı. Ancak bu durumda adına yakışır şekilde “ekolojik temelli” bilimsel rapor olabilirdi.

Biyoçeşitliliğin hızla azaldığı, ormansızlaşmanın hızlandığı, ekolojik krizin kendisini her zamankinden çok hissettirdiği  ve yaşam ortamlarını tahrip ettiğimiz canlılardan bulaşan virüslerle hayatımızın keskin bir biçimde değiştiği bir dönemde doğal alanların nitel ya da nicel hiçbir gerekçeyle koruma derecesinin düşürülmesine izin verilmesi kabul edilemez. Bütün çabaların var olanın korunmasının ötesinde, doğanın kendisini olabildiği ölçüde yenilemesine, onarmasına olanak verecek düzenlemeler yapılması yönünde olması elzemdir.

Gökova Raporunun Hazırlanış Süreci ve İçeriği Hakkında Eleştiriler 

Dört Mevsim Ekolojik Temelli Araştırma Raporunun hazırlanış sürecinde katılımcılık, şeffaflık, hesap verebilirlik gibi ilkelere uyulmamıştır. Aksine raporlar hazırlanırken halk ve ilgili taraflar haberdar edilmediği gibi yıllarca “sır” olarak tutularak halkın gözünden kaçırılmıştır.

BİMER'den yapılan bilgi edinme talebine verilen yanıt


Akdeniz’in Deniz Ortamı ve Kıyı Bölgesinin Korunması Sözleşmesi (Barselona) Sözleşmenin Akdenizde Özel Koruma Alanları ve Biyolojik Çeşitliliğe İlişkin Protokol’ünün 19. Maddesinde;

“KAMUOYUNA AÇILMA, ENFORMASYON, KAMU BİLİNCİ VE EĞİTİM

1. Taraflar, özel koruma alanlarının, sınırlarının, bunlara uygulanabilir düzenlemelerin tesisi ve korunan türlerin, yaşama ortamlarının ve bunlara uygulanabilir düzenlemelerin adlandırılması konularında uygun biçimde kamuoyuna bilgi vereceklerdir.

2. Taraflar kamuoyunu özel koruma alanlarının ve türlerin menfaati ve değeri ve doğanın esirgenmesi bakış açısından ve diğer bakış açılarından kazanılabilecek bilimsel bilgilerden haberdar etmeye çalışacaklardır. Bu tür bilgilerin eğitim programlarında uygun bir yeri olması gerekir. Taraflar aynı zamanda kamuoylarının ve esirgeme örgütlerinin çevresel etki değerlendirmesi dahil olmak üzere ilgili alanlarını ve türlerin korunması için gerekli olan önlemlere katılımını desteklemeye çalışacaklardır.” denilmektedir.

Gökova Dört Mevsim Bilimsel Temelli Araştırma Projesi ve raporuna dayanarak bölgenin doğal sit alanlarının tamamının koruma statüleri değiştirilerek Barselona Sözleşmesinin yukarıdaki maddesi açıkça ihlal edilmiştir.

Proje sürecinde halkın bilgi alma ve karar alma süreçlerine katılımı engellenmiştir.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Muğla Bölgesinde sit alanlarının koruma derecelerini yeniden değerlendirmesinde dayanak olarak gösterdiği, bir Gayrimenkul şirketine (Enisa Arsa Arazi Değerlendirme Ofisi) hazırlatılan 'Muğla Dört Mevsim Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Raporu adeta bir devlet sırrı gibi kamuoyundan gizlenmiştir. 

Muğla Ekolojik Temelli Araştırma Projesinin ihale ile bir Gayrimenkul şirketine verilişinin belgesi

Rapor, bölgede yaşayan birçok yurttaşın anayasal Bilgi Edinme Hakkı çerçevesinde talep etmesine rağmen kamuoyu ile paylaşılmamıştır. Proje ancak 4 yıl sonra dava konusu olduğu için görülebilmiştir. Buna karşın Gökova Bölgesi ile ilgili tüm sit değişiklikleri onaylanmıştır.

Gökova Raporuna Muğla Bölge Komisyonundan verilen onay

Raporun Gökova ile ilgili bölümünü değerlendirip onaylayan Tabiat Varlıklarını Koruma Muğla Bölge Komisyonu'ndaki 7 kişiden 4'ü Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın kadrolu çalışanıdır ve Ankara’da görevlidirler. Bu kişilerin raporu onaylamak üzere Ankara'dan Muğla'ya gönderildiği anlaşılmaktadır. Raporun onay belgesinde iki komisyon üyesinin ise 'bulunamamış' olduğu belirtiliyor. Raporda imzası olan tek Muğla temsilcisi ise ÇŞB İl Müdürüdür, yani yine Bakanlığın kendi personelidir. Rapor, yerel hiçbir kurumun temsilcisine yer verilmeyen bir sözde 'Bölge' komisyonunda Bakanlığın merkezden görevlendirdiği kişilerce değerlendirilmiş ve onaylanmıştır. Yani Bakanlık kendi hazırlattığı raporu yine kendisi değerlendirmiştir. Raporun bölgede (Muğla) değerlendirilme sürecinde Bakanlığın kendi personeli dışında ne yurttaşların ne yerel yönetimlerin ne de başka  kurumların katılımına izin verilmemiştir. Çok sayıda yurttaşın 'Muğla Dört Mevsim Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Raporu'nu BİMER üzerinden talep etmesine rağmen raporun içeriği çalışmaların devam ettiği gerekçesi ile paylaşılmamıştır. Ancak söz konusu rapora dayandırılarak Gökova ÖÇK Bölgesi için sit derecelerinin değişikliği Çevre ve Şehircilik Bakanı tarafından imzalanarak yürürlüğe girmiştir. Değişikliklerin onayı öncesinde askı süreci dahi yürütülmemiştir. Raporu Muğla halkından hiç kimse görmeden değişiklikler yasalaştırılmıştır. Söz konusu rapor, Muğla Çevre Platformu’nun konuyu Avrupa Parlamentosu’na taşıması ile Türkiye Hükümetinden resmen talep edilmesine rağmen AP’ye dahi gönderilmemiştir.

Çevre ile ilgili bir bilimsel raporun böylesine şeffaf olmayan bir süreçte hazırlanıp onaylanması Barselona Sözleşmesi ve Bilgiye Erişim, Karar Alma Süreçlerine Katılım ve Çevresel Adalete Erişim Sözleşmesi (Aarhus)’ne aykırıdır. Türkiye her ne kadar Aarhus Sözleşmesini imzalamamış olsa da Avrupa Birliği’nin birlik olarak taraf olduğu bu sözleşme Birliğe üye veya aday ülkelerin tümü için bağlayıcıdır.

Literatür çalışmasında Gökova Bölgesi ile ilgili daha önce yapılmış bilimsel çalışmaların önemli bir bölümü dikkate alınmamış. Oysa bölge bir çok çalışmaya konu olmuştur.

Örneğin, aşağıda belirtilen yayınlar raporun kaynakçasında yer almamaktadır:

Bu çalışmalara yer verilmemiş olması, hazırlanan Gökova Dört Mevsim Ekolojik Temelli Bilimsel Raporu’ndaki bilimsel verileri daha önceki bilimsel çalışmalarla karşılaştırma imkanını ortadan kaldırmaktadır. Raporda önceki çalışmalarda ortaya konulan bilimsel verilerle çelişen yeni verilerin ortaya konulması, raporun bilimselliğine gölge düşürmektedir.

Önceki çalışmalara başvurularak alandaki değişikliklerin göz önüne alınmaması, bu raporun dayandırıldığı 12 Temmuz 2012’de Resmi Gazetede yayınlanan Korunan Alanlar Yönetmeliğinde belirtilen “Korunan alanların statüsünün belirlenmesi ve değerlendirilebilmesi için zamana bağlı değişimleri ortaya koyan ekolojik süreçler tanımlanır” Madde  5(a) ilkesinin yerine getirilmemesi anlamına gelmektedir.

Gökova sulak alanında yaşayan ve Bern Sözleşmesi ile koruma altına alınmış olan, nesli tükenme tehdidi altındaki Su Samuru (Lutra Lutra), bu raporda hiç söz edilmeyerek yok sayılmış.

Bu durum raporun hazırlanmasında gereken özenin gösterilmediğine işaret ettiği gibi, raporun kendi kategorileştirmesine bile uyulmadığını göstermektedir. Çünkü raporun hazırlanmasında kullanılan kategorileştirmede ve korunan alanlar yönetmeliğinde bir türün nesli tükenme tehdidi altında olması hassas korumayı gerektirmektedir.

Su samuru ile ilgili aşağıdaki bilimsel çalışmalar, Gökova Dört Mevsim Ekolojik Temelli Bilimsel Raporu’nda dikkate alınmamıştır:

Bizzat Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlı kurumlar tarafından yapılan bu projelerle su samurunun bölgedeki varlığı ortaya konmuştur.

Tüm bu çalışmaları dikkate almaksızın, yalnızca birkaç saha ziyareti ile bu türün artık bu bölgede yaşamadığına nasıl karar verilebilir? Hem de bölgede hala türün varlığına tanıklık eden insanlar varken.  Saha gezisinde bu türe rastlanmamış olabilir, ancak proje yürütücüleri yerel halk ve sivil toplum örgütleri ile görüşseydi bu bilgilere kolayca erişebilirlerdi. Kaldı ki, projenin sahibi olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kendisinin yaptığı bilimsel çalışmalardan haberdar olmaması söz konusu olamaz.

Projede dikkate alınmayan bölgedeki su samurlarının varlığına dair  daha önce yapılmış bilimsel çalışmalardan birisi olan Su Samurunun (Lutra lutra) Muğla Çevresinde Yayılışı başlıklı  çalışmada izlenen yöntemle ilgili şu ifade yer alıyor:

"Çevre Bakanlığı Özel Çevre Koruma Müdürlüğü ile Muğla Üniversitesi arasında yapılan‚ Gökova-Akyaka Özel Çevre Koruma Bölgesi'ndeki azmaklarda yaşayan su samurları (Lutra lutra)'nın mevcut durumlarının araştırılması ve koruma stratejilerinin belirlenmesi Projesi‚ protokolü gereği Haziran 1998 - Ağustos 1999 tarihleri arasında Akyaka Kadın Azmağı'na ekip halinde gidildi. Burada su samurlarının yaşadığı yerler tespit edilerek 4 istasyon seçildi. Bu istasyonlarda belirli aralıklarla dışkı toplandı ve analiz ettirildi.

Ayrıca su samurları gece aktif olduğundan araştırma süresince 7 kez (1 - 3 gün) saat 19.00 - 07.00 arası belirlenen istasyonlarda gözlem yapıldı. Su samurlarının çıkardıkları sesler dinlendi. Fotoğrafları çekilmeye çalışıldı."

Bakanlığın kendisinin Muğla Üniversitesi ile birlikte yaptığı ve nedense Gökova Dört Mevsim Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Projesinde yer verilmeyen bu bilimsel çalışmadan, su samurunun varlığının izlenebilmesi için aslında uzun süre geceleri de saha çalışması yapılması gerektiğini öğreniyoruz.  Akıllara şu soru geliyor: su samurundan hiç söz etmeyerek bir anlamda yok olduğuna hükmeden bilim insanları neden  meslektaşlarının yöntemini izleyerek geceleri de istasyon çalışmaları yapmamışlardır?

Düşündürücü olan diğer nokta, yapısı ve mevzuatı değiştirilmeden önce Çevre Bakanlığı’na bağlı, nispeten özerk bir kurum olarak çalışan ÖÇKK su samurlarının mevcut durumlarının araştırılması ve koruma stratejilerinin belirlenmesi için bir üniversite ile işbirliği içinde proje yürütebiliyordu. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ihdas edilip ÖÇKK özerkliği yok edilerek bu Bakanlığa bağlı bir bürokratik yapıya dönüştürüldükten sonra bu tür çalışmalar artık Bakanlık tarafından hizmet satın alımı şeklinde ihale ile yapılır hale geldi. Bu dönüşümün sonucunda artık ekolojik temelli bilimsel çalışmalar adeta asıl niyeti açık eder biçimde bir gayrimenkul şirketine ihale edilebiliyor, o şirketin yaptırdığı yukarıda örneklediğimiz gibi bilimsel ciddiyetle bağdaşmayan çalışma ile su samurlarının yaşam alanları "modifiye alan" olarak sınıflandırılıp uluslararası sözleşmeler gereği korunması gerekirken yok ediliyor.

Gökova Bölgesinde var olduğu bildirilen ve Bern Sözleşmesi ile koruma altına alınmış bu türden daha önce yapılmış bu çalışmalar varken hiç söz etmemek projenin biyolojik çeşitliliği koruma saiki ile yapılmadığını ortaya koyar ve bilimselliğini sorgulanır kılar. Yine Korunan Alanlar Yönetmeliğinin “Doğrudan ve dolaylı çevresel etkilere karşı hassas tür ve habitatları içeren duyarlı alanlara öncelikli olarak koruma statüsü verilir”. Madde 5(d) ilkesine de uyulmamıştır. 

Raporda insan etkisi ile doğallığını kaybetmiş alanlar “Modifiye Alanlar” şeklinde  sınıflandırılarak korumaya değer alan konumunun dışına çıkarılmış.

Önceki birçok bilimsel çalışmada Gökova 1. Derece Doğal Sit Alanlarının turizm baskısı nedeni ile doğal yapısını yitirme tehlikesi altında olduğu ve tehlikenin önüne geçilmesi için yönetim planları oluşturulması gerektiği raporlanmıştır. Hal böyle iken Gökova Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Raporunda tehdit altında olan alanların korunmasına yönelik bir çalışma öngörülmemiş. Tam tersine, bu alanlar “Modifiye Alanlar” olarak sınıflandırılarak “..alanın doğallığı özellikle modifiye alanlarda ve yerleşim yerlerinde tamamen ortadan kalkmıştır” deniliyor. Yani bu alanların doğal alan statüsünden tamamen çıkarıldığı anlaşılıyor.   

Gökova Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Raporunda doğallık kriterleri

Korumayı değil kullanmayı öncelikleyen bu yaklaşım da projenin doğayı koruma saiki ile yapılmadığını ortaya koyuyor. Su Samuru örneğinde olduğu gibi, Bern Sözleşmesi ile koruma altında olan bir türün yaşam alanı, insan baskısına karşı korunmak yerine modifiye alan olarak tanımlanarak tamamen yok olmaya mahkûm edilmektedir. Doğal yapının geri dönüşü olmayacak şekilde kaybedildiği vurgusu ile gelecekte bu alanın geri kazanılması yönünde yapılacak çalışmaların da önü kesilmiş oluyor. 

Bu durum koruma alanları yönetmeliğinin “Korunan alanların doğallığını muhafaza etmek ve mevcut koruma değerlerinin devamlılığının sağlanması esastır” Madde 5(l); ve Korunan alanlarda bozulmuş ya da bozulmaya yüz tutmuş ekosistem ve habitatların onarılması, ekolojik rehabilitasyonu, ekolojik restorasyonu yapılır.” Madde 5(h) ilkelerine de aykırıdır.

Doğal eşikler Doğal Sit Alanlarını daha iyi korumak için değil, koruma dışına çıkarmak için dikkate alınmış.

Raporun sonuç bölümünde doğal sit alanlarının doğal eşiklere oturtulması ile karasal doğal sit alanlarının büyüklüğünde daralma olduğu belirtiliyor.

Literatür çalışması yapıldığı belirtilmesine rağmen, bizzat Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ana paydaşı olduğu SMAP III Gökova Projesinin bilimsel çıktılarına kaynakça bölümünde yer verilmediğini görüyoruz. Bu önemli AB Projesinin çıktılarından birisi olan Gökova İç Körfezinde Tarımsal ve Ev Kaynaklı Kirlilik  Raporunda Gökova Ovasını sulayan ve bir kısmı ÖÇK Bölgesi sınırları dışında kalan Çay Deresi havzasının aslında doğal bir bütünlük arz ettiği, su havzasının gıda ve çevre güvenliğinin sağlanması gerektiği, bunun için de su yönetimi yapılmasının gerekli olduğundan söz ediliyor (bkz a.g.e, sayfa 41). Gıda ve çevre güvenliğini sağlamak için havza yönetimi anlayışıyla yer altı ve yer üstü su kirliliği izleme çalışmaları yapılması gerektiği, Gökova ÖÇK Bölgesinin sınırının hemen dışında yer alan taş ocaklarının faaliyetlerinin Gökova ÖÇK Bölgesine zarar verdiği, bunların faaliyetlerinin durdurulması gerektiği bu raporda yer alıyor.

Eğer bu bilimsel çalışma dikkate alınmış olsa idi, önerildiği gibi Gökova ÖÇK Bölgesi sınırının “doğal eşik” kriterine uygun olarak tüm Çay Deresi havzasını koruyacak şekilde genişletilmesi gerekirdi. Ancak tam tersine, koruma alanının doğal eşik sınırlarına genişletilmesi bir kenara, bu bölgenin koruma statüsü tamamen kaldırılmış. Bırakınız su havzasının bir bütün olarak korunmasını, Çay Deresi Havzası ile birlikte Gökova Mahallesi ekolojik değer olmaktan tamamen çıkartılmıştır. Böylece Gökova ÖÇKB’yi zehirleyen, bölgedeki zeytinlikleri, ormanları, su havzasını yok eden taş ocaklarının faaliyetlerinin meşrulaştırılmak istendiği çok açıktır. Yani ekolojik temelli değil, açıkça rant temelli bir “doğal eşik” çalışması yapıldığı anlaşılmaktadır. 

Bu durum koruma alanlarına ilişkin yönetmeliğe de uymamaktadır. Bu yönetmeliğe göre: “Korunan alanların içinde ve birbiriyle ilişkili korunan alanlar arasında, ekolojik koridorlar tesis edilir”. Madde5(g) ve korunan alanlarda ekosistem işlevlerinin sürekliliğini amaçlayan yönetim planı çalışmaları yapılır Madde 5 (f) ilkelerine aykırıdır.

Rapor, Doğa Koruma Alanlarının korunması ile ilgili uygulamadaki zaaflara değinmiyor, daha iyi koruma ile ilgili hiçbir öneri getirmiyor.

Mevcut durumun fotoğrafını çekme iddiasında bulunan bir çalışmada koruma ile ilgili yaşanan sorunların da irdelenmesi, eksikliklerin raporlanması beklenirdi. Ne yazık ki bu tür sorunlara hiç değinilmiyor.

Ekolojik temelli bilimsel bir çalışmadan, doğa koruma mevzuatı ile ilgili  eksikliklerin de belirlenmiş olması ve giderilmesi için öneriler getirilmiş olması beklenirdi. Örneğin, Türkiye Barselona Sözleşmesi’ne taraf olmakla birlikte sözleşmenin yedi protokolünden birisi olan  Akdeniz’de Bütünleşik Kıyı Alanları Yönetimi Protokolü’nü (ICZM) imzalamamıştır. Bu eksiklik, Gökova’da olduğu gibi biyolojik çeşitlilik açısından zengin kıyı ekosistemleri için yönetim planlarının oluşturularak etkili yönetilmesinde zafiyet oluşturmaktadır. SMAP III Gökova Bütünleşik Kıyı Alanları Yönetim Projesi tam da bu nedenle sonuca ulaşamamış, projenin sonuç raporunda da mevzuattaki eksikliklere dikkat çekilmiştir.

Sonuç:

Yukarıdaki saptamalar, Gökova Dört Mevsim Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Raporu’nun biyolojik çeşitliliği koruma niyeti ile hazırlanmadığını ortaya koyuyor.  Halkın katılımını dışlayarak, şeffaf ve katılımcı olmayan hazırlanış şekli ile bu proje, Türkiye’nin biyolojik çeşitliliğin korunması yönünde taraf olduğu birçok uluslararası sözleşmeyi de ihlal ediyor. Eğer uluslararası sözleşmelerin öngördüğü gibi katılımcı ve şeffaf bir proje çalışması yürütülse idi, yerel paydaşların katkısı ile eksikleri giderilebilir ve doğal yaşam alanları için koruma statülerini düşürmek ya da ortadan kaldırmak yerine daha iyi koruma sağlayan bir rapor hazırlanabilirdi. Kamuoyundan gizleyerek yapılan bu çalışmada, daha en başından kamunun değil yalnızca proje sahiplerinin amaçlarına uygun sonuçlar çıkarmanın hedeflediği anlaşılıyor. Yoksa bir bilimsel çalışma neden kamuoyundan gizlenmek istenebilir?  

Aslında 18 Ekim 2017 tarihinde Gökova Bölgesi Sit Değişikliklerinin onaylanması üzerine Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’nün Bodrum’da düzenlediği bilgilendirme toplantısında Genel Müdür Kemalettin Tekinsoy’un bir soruya verdiği cevap itiraf niteliğindeydi. Sit alanlarını yeniden değerlendirme çalışması tüm Muğla için yapılmasına rağmen neden yalnızca Gökova bölümünün onaylandığı sorusuna Tekinsoy şu şekilde cevap vermişti: “Gökova ÖÇKB içinde bulunan Okluk Koyu’nda Cumhurbaşkanımızın konutunun inşaatı söz konusu. Bu inşaatın bir an önce başlayabilmesi için Gökova bölümünü öne aldık, diğer bölümleri de sırası geldiğinde onaylayacağız”.  Okluk Koyu 1. Derece Doğal Sit Alanı iken mümkün olmayan bu inşaatın bir an önce başlayabilmesi için Gökova Raporu apar topar onaylanmıştı. Ne yazık ki uluslararası sözleşmelerle korunan bu bölgede on binlerce ağaç kesilerek, yurttaşların arazileri kamulaştırılarak gerçekleştirilen bu inşaat ile hem karasal hem denizel ekosistemler tekrar geri gelmemek üzere yok edildi. Yalnızca bu örnek bile kararların bilimsel çalışma yapılmadan çok önce verildiğini, bir gayrimenkul şirketine hizmet satın alımı şeklinde yaptırılan 'Muğla Dört Mevsim Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Raporu'nun da bu kararlar doğrultusunda adrese teslim ısmarlama bir iş olduğunu gösteriyor. Politik kararlar doğrultusunda bilim ne yazık ki araçsallaştırılmıştır.

Koruma statüsü düşürülerek başlatılan Okluk'taki Cumhurbaşkanlığı konutu inşaatı

Bu değerlendirme çalışmamızda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Türkiye genelinde aynı yöntemle yürüttüğü Dört Mevsim Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma çalışmalarının yalnızca Gökova bölümünü irdeledik. Bilimsellik, ekoloji, ulusal ve uluslararası mevzuat açısından yaptığımız bu değerlendirme vahim bir tablo ortaya koyuyor. Doğal sit alanlarının yeniden değerlendirilmesi yalnızca Muğla için değil, ülke geneli için yapıldığı düşünüldüğünde, aynı bilimsel ciddiyetsizlik, gizlilik, hak ve hukuk tanımazlığın diğer bölgelerde de tekrarlandığını söyleyebiliriz.  Sonuç olarak ülkemizin tüm doğa koruma alanları yatırımcılara hızlı rant sağlamak adına büyük bir betonlaşma tehdidi altına girmiştir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı, ülkemizin ekolojik değerleri daha fazla tahrip edilmeden doğal sit alanlarının yeniden değerlendirilmesinden vazgeçmeye, doğayı, yurdunu seven tüm yurttaşlarımızı, bilim, yerel yönetim ve sivil toplum kuruluşlarını bu ekolojik yıkım projesine karşı birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz.

Muğla Çevre Platformu Gökova Meclisi


[1] Aynı raporda,  Tablo 17 ve 18’deki yorumla çelişir şekilde, Tablo 2’de alanın önemli bir kısmı farklı şekillerdeki antropojenik etkiler nedeniyle doğallığını kaybetmiş ve modifiye alan tipine dönüşmüştür denmektedir. Raporda bu tür çelişik ifadeler oldukça fazladır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder