Sayfalar

10 Kasım 2011 Perşembe

Bir Şiir mi Gökova ?

        Bet sesli kuzgunların çığlık çığlık uçtuğu,taşlı tozlu yollarına yayılı keçi köpek domuz pislikleri, kara kuru dikenlerin rüzgarla çevreye savrulduğu, bitmek bilmez yağmurları, insanı sersem eden deli rüzgarları, gökyüzüne yıkılacakmışcasına bir perde gibi dikilen adı üstünde sakar tepeleri, insanı karanlık mistik duygular içine itip yalnızlaştıran, ovaya yayılı sisleri, ovadan yükselen çürük bataklık kokusuyla, akrebi yılanı, zehirli börtü böceği, yedi türden sivrisineği, dibinden donduran suların kaynadığı soğuk yüzlü denizi, insansız yarı yanık, yarı çürük ormanları, eşelenen her araziden çıkıveren, insana ölümü ve yokoluşu anımsatan, altın ve gümüş dışında bir anlam ve değer biçilmeyen, para edecek kısımları turistik pazarda satışa sunulmuş meta mezar kalıntıları….vs. Bütün bunlara her Gökovalı aşinadır. Böylesi bir yerde yaşamak olanaklıdır elbette. Ama şiir bunun neresinde?

        Şiir ya insanın içindedir ya da hiçbir yerde! Ya insan içindeki şiiri çevresine aktarabilir, ya da burnunu kara kuzgunun kılavuzluğuna teslim eder. Gökova’da yaşayan ve soluyan insanın içindeki şiir uçup giderse…İşte o zaman vay haline Gökovalının ve Gökovanın.
         Kim ki Gökovayı bir karhane, ranthane, kumarhane, meyhane, umumhane, para yumurtlayan yolunacak kaz, dar kafalı kariyerist hırslarının basit bir aracı gibi görür, insanın büyük serüvenini bir yoksul adem baba masalı içine tıkıştırmaya hevesli, her şeyi satılığa çıkarmaya hazır içi kara kişidir; onlara sakıncasızca şiir katilleri sıfatı yapıştırılabilir.

         İnsanın içindeki şiirin kökeni Doğadır elbette. Ama O çok cömert bir ana olabildiği gibi zalimdir de. Doğanın zalimliği insanın budalalığıyla örtüşür. Emanet ettiği güzelliğin kötü kullanılışını, hele kötüye kullanılışını hiç affetmez. Zamanı geldiğinde verdiğini geri almakta duraksamaz. Çünki O bir yandan da zorunluluğun gücüyle yürütür işlerini.

         Peki, insanın içindeki şiir Doğadan gelir ama nasıl ve ne ile beslenir büyür, insanca daha insanca olur, ya da olamaz. Bunun sırrı nerededir? Bu sır, önce insanın eylemlerinin, yapıp ettiklerinin ölçülülüğünde ve uyumundadır. Zira Doğa kendinde uyumlu bir bütünlüktür özünde. İnsan için bir modeldir O. Doğa büyük öğretmen ve eğitmendir. O, kendini aşma yüceltme potansiyeli ve olanağıdır. Bu bütünlük bozulmaya yüz tuttuğunda karmaşa, kargaşa, kaos, rastlantısal olan egemen olmaya başlar. Bu da Doğadan gelen şiirin ve şarkının yerini çığlık ve ağıt’ın alması demektir. İşte o zaman Gökova içinden çıkılması olanaksız pis kokulu bir çukurdur.

          Gökova bir şiirse, bu onun tehdit altındaki hala bozulmamış bütünlüğündedir. Gün doğarken hala duyulabilen bülbül sesi, yağmurlu bir geceden sabaha kuru dikenden çiçeğe dönebilen toprağı, iç serinleten meltemiyle denizden gelen yosun kokusu, baharda baş döndüren limon ve portakal çiçekleri, yaşamın direngenliğini örnekleyip umut veren her daim yeşil ve filizlenmeye hazır zeytin ağaçları, çamlardan yayılan tütsülü reçine kokuları, gün doğumuna yakın Sakar tepenin güven veren gölgesinde uyanmaya hazırlanan ovanın zaman zaman büründüğü beyaz gecelik, derin duru yalansız akan azmakların içtenliği ve şarkısı, dereler ve kaynak sularının ve denizin hasret gideren çoşkulu, tatlısıyla-tuzlusuyla, kavuşup kucaklaşmaları, denizin soğuk ile ılık arasında gidip gelen sahilinin şakacılığındaki uyandırıcılık, çılgınca gelip dökülen bir yağmurda bile bulanmadan akabilen geçici derecikler, bitki örtüsünün yaşadığı ortamı benimseyerek ne denli güvenle kök salmış olduğunu kanıtlayışı, dolunayda körfezin gökyüzünün aynası oluvermesi, şarhoş balıkların kendilerini yıldız sanıp balıkçı kayıklarına gönüllüce hoplayıvermesi ve çilekeş yoksul balıkçının anlık gecelik sevinci……

       Ormanların içinde,tepelerde asırlar öncesinde bu yörede yaşamış halkların ayak izleri, gelip geçen kervanlarca kullanılmış, doğanın ve tarihin tozuyla örtülü patikalar yollar yeniden keşfedilmeyi bekliyor: Büyük, insan bilmecesinin Anadolu’nun payına düşen bölümünün alt yapısı ve sırlarının ipuçlarını taşıyan, yeraltında uykuya yatmış, özenle uyandırılmayı, gün ışığına kavuşturulmayı bekleyen sayısız gömüt. Anadolu insanının resmi belirginleştikçe bugün bizler de onlarla bağlantılarımızı kurabildikçe kendimizi daha insan duyumsayabilmekteyiz. Bu, şiirin derinleşip yoğunlaşmasıdır.

        Gökova ve civar halkının kendini yönetebilme bilinci ve iradesi yalnızca Akyaka’yı değil körfezi de kurtarabilir. Bu, yalnızca kendine nitelikli yöneticiler arama bulma ve seçme ve gerisini onlara havale etme havailiği değildir. Seçilmiş yöneticiler de yönetilmeye ihtiyaç duyar. Seçilmiş yöneticiler olsa olsa belli konularda  uzmanlaşmış becerikli ve erdemli bireylerdir. Onlardan kendi güçlerinin ötesine geçen şeyler beklemek, pohpohlamak sonunda onları birer kendini beğenmiş panayır balonuna dönüştürmek olur, en hafif deyimiyle. Dahası her şeyin satılabilir olduğu fikrinin pek revaçta olduğu bir ortamda yönetenlerin basit ticari karlar adına kişisel ve bölgesel geleceğini karartabilecek yönelişlerin önünü kesmek, bu kendini yöneten bilinç ve irade ile mümkün olabilir. Denetim ve eleştiri kurumları can alıcı önemdedir.

        Akyaka Gökovanın yüreği olmaya adaydır. O, bu konuda sınanıyor, deneniyor. Gökova Körfezinin en son noktası (ya da başlangıcı) Akyakadır. Sadece körfez için değil ülkenin henüz elden çıkmamış, kurban edilmemiş şiirli kıyıları için de bir model olabilir, olmalıdır.   Şiir Gökyüzü ile Yeryüzünün  yakınlaştığı, kucaklaştığı yerde doğar.  Şiir Aşkın çocuğudur.

Alptekin Akkoyunlu

6 Kasım 2011 Pazar

Cızır cızır...

Uygarlığın Cızırtıları Eşliğinde Akyaka’da bir Müslüman Bayramı ve Sıradan bir Vatandaşın Aklından Geçenlere Dairdir

Bugün bayram, ADET üzere herkesin bayramı kutlanır. Güneşli, nefis bir gün Akyaka’da. Küçücük bahçemde oturmuş, kitap okuyorum. Bayram heyecanı taşıdığım hiç mi hiç söylenemez. Saat sabahın dokuz buçuğu. Belediye hoparlörü bilimum esnafın bayram tebriklerini anons etmeye başladı. Üstelik ikişer kere okunuyor tebrikler. Bayram kutlaması bu şekilde mi yapılmak zorunda? Bir yandan bunu düşünürken bir yandan okumaya devam etmeye çalışıyorum. Elimde David Harvey’in Yeni Emperyalizm kitabı var. Bir anlamda iktidarlar tarafından nasıl oyuna getirilişimizin tarihsel hikâyesi. Pes diyor insan, pes doğrusu: bir hayat ancak bu kadar düşman olabilir halklara.
 Saat on buçuk oldu. Şimdide komşunun çalışmaya başlayan klimasının dikkatimi dağıtmasına izin vermemeye çalışıyorum. Ama iki iş bir arada yapılmıyor, okumayı bırakıyor ve içimi dökmek ihtiyacıyla bu yazıyı yazmaya başlıyorum. Off, kış gelince klimaların bu sesi evin içinden bile duyuluyor, uğulduyor. Herhalde çok huysuz bir kadın olduğumu düşüneceksiniz. Evet, kabul ediyorum, huysuzum. Uyumlu olmaktansa huysuz olmayı yeğlerim. Ama şu da var ki bu huysuzluk aynı zamanda uygarlığın huysuzluğu ve huzursuzluğu. Biliyorum, söylediklerinizi duyuyorum, bir gün, ilk fırsatta bu dip dibe yakınlıktan uzaklaşacağım, kurtulacağım. Böylece sabah akşam maruz kaldığım üst katın foseptik borularından inen flop foş sesinden de, belediye anonslarından, teknolojik bir hayvan uğuldaması olan klima uğuldamalarından, kadınlarımızı yürekten çarpmış olan temizlik hastalığımızın sabahın köründe balkon patlamaları şeklinde kendini gösteren halı çırpmalarından, çat pat küt diye kapanan kapılardan da uzaklaşacağım. Ama yetmez ki! Çünkü bu huzursuzluğu herkese dayatan bu sistemdir ve işleticileri de teker teker bizler. Belki sizlerdeki huzursuzluğun kaynakları da buna benzer, birbirlerimizin alanlarını istila etmekten kaynaklanan şu gereksiz yakınlıklardan mütevellittir.
Dünyanın en pahalı ülkelerinden birinde yaşayan biz Türkiyeliler için, içinde bulunduğumuz geçim sıkıntısı pahalı petrolde, pahalı internette, dudak uçuklatan yiyecek içecek fiyatlarında, pahalı eğitimde kendini an be an gösteriyor. Bunu hak edecek ne yaptık? Hâlbuki ne kadar da çalışkan ve vefalıyız ve bir o kadar da itaatkâr ve bütün haksızlıkları kabule hazır. Neden?  Aile ve toplum terbiyesinden!  Daima büyüklere itaat edeceksin: aile büyüklerine, devlet büyüklerine. Bu itaatin sonunda bize reva görülense başımıza vurulup lokmamızı ağzımızdan almaları oluyor. Sanki nereden biliyorsak BÜYÜKLERİN (Muğlalıların söylemiyle KOCAMANLARIN) her zaman doğruyu söylediklerini. Körü körüne bir itaat bekleniyor bizlerden. Azıcık asi oldun mu, azıcık düzeni, işleyişi sorgulamaya başladın mı başını ezmeye çalışıyorlar. Ne büyük felaket, kişinin ya da düzenin ya da bir halkın kendi kendisine yapabileceği ne büyük bir haksızlık içindeki farklı seslere kulak vermemek, ne büyük bir kayıp!
Yok yok hiç mi hiç bayram telaşı içinde değilim. Yüzlerce can kaybına mal olan Van depremi ki bir doğal felakettir bilmem söylenmeye ihtiyacı var mı ama Müge Anlı’dan sonra var gibi görünüyor ve sözü geçen bu kadın bundan sonra onca saçma sapan lafı etmiş olmakla hatırlanacak ne yazık… ve Akyaka’da Müge Anlı’nın aptalca sözlerini haklı bulan bir kesim, ne yazık ne yazık! Bir yanda coğrafyamızda yıllardır bitirilmek istenmeyen şu savaş ve Türk ve Kürt analarının dinmeyen yoksa dindirilmek istenmeyen mi demek gereken gözyaşları! Genelkurmay bu savaşa düşük yoğunluklu savaş diyor. Adı her neyse bu savaş yeterince can almadı mı? İntikam duyguları ve saflıkla ve yine büyüklerin laflarına bakarak sürdürülen bu haksızlığa biz hiçbir şey olmayan, biz sıradan insanların bitsin artık, hiçbir kimsenin kanı akmasın, gencecik insanlarımız Türk ya da Kürt ölmesin artık demesi gerekmiyor mu? Daha çok demokrasi, radikal demokrasi yolları hiç işletilmeye bile çalışılmadan dolaylı dolaysız yollarla bizlerden alınan vergilerin demokrasiyi yoğunlaştırması, toplumsal barış için harcanması beklenirken, dünyada bunun pek çok örneği varken neden bu yollar daima görmezden gelinerek savaş çığırtkanlığı televizyonlarla şartlı bir refleks haline dönüştürülür?

Hayır, hayır hiç bayram heyecanı içinde değilim!

 13 yaşında N.Ç’ye aşağıda adı ve sanı geçenler tarafından yapılan tecavüz yargıtayca kendi rızası ile yaptığı şeklinde karara bağlandı.

Recep Sakız           (Kızıltepe Kaymakamlık Yazı İşleri Müdürü)
Ersun Erdemir         (Mardin Alay Komutanlığı’nda görevli Yüzbaşı ordudan ihraç edildi)
Selman Aydın          (Mardin Bayındırlık İl Müdürlüğü’nde memur)
Enver Adanç           (Derik Belediyesinde zabıta memuru)
Şeyhdavut Oruç       (Derik Belediyesi’nde memur)
Şeyhdavut Dora       (Derik Belediyesi’nde zabıta)
Cuma Uras             (Mardin Vakıflar Şube Müdürü)
Mahmut Temelli        (Ziraat Odası Başkanı)
Azat Aydın            (Ankara’da astsubay)
Ümit Ergin             (Mehmetçik İlköğretim Okulu Müdür Yardımcısı)
Mehmet Seyitoğlu     (Ziraat Bankası veznedarı)
Teyyar Salman        (Orman İşletme Müdürlüğü’nde şef)
Hamit Aydın           (Ziraat Bankası Veznedarı)
Hamit Abdulsametoğlu (Sercan ofset sahibi)
Ali Altsoy              (Serbest meslek)
Ahmet Günay          (TEDAŞ işçisi)
Osman Çakır           (Dicle Üniversitesi öğrencisi)
Şemsettin Aslan      (Nakliyatçı)
Burhan Ertaş          (Serbest meslek)
Şeyhmus Cansin        (TEDAŞ işçisi)
Şeyhdavut Anuk       (Okulda müstahdem)
Nizam Denli            (Esnaf)
Sabri Ajak             (Serbest meslek)
Harun Uras             (Yeni Mahalle Muhtarı)
Selahattin Kuray       (Serbest meslek)
Rıdvan Bayraktar       (Serbest meslek)
Rıdvan Abdulsemetoğlu (Serbest meslek)
Süleyman Gök           (Serbest meslek)

Bu 26 kişi 13 yaşındaki bir çocuğa tecavüz etti.
Yargıtay 13 yaşındaki çocuğun babası-dedesi yaşındaki bu 26 kişiyle rızası ile cinsel ilişkiye girdiğine hükmetti.
Yargıtay 13 yaşındaki N.Ç’nin kendi rızasıyla babası dedesi yaşındaki bu heriflerle cinsel ilişkiye girdiğine hükmediyor da, Hrant Dink’i öldüren Ogün Samast’ın yaşını 18’den küçük diyerek neden çocuk mahkemesinde yargılıyor? Yok yok hiç içimden bayram kutlaması telaşı geçmiyor. HES’lere karşı durmaya çalışan köylülerin karşısına Robocop gibi çıkarılan ve kendi halkına karşı silah doğrultan askerlerimizi, devlet büyüklerini gördükçe ve gün günden dağlığından, ormanlığından, suyundan, güzelliğinden, kuşundan, börtü böceğinden alçakça amaçlar uğruna yitiren bir ülke gördükçe içimden hiç bayram kutlaması falan gelmiyor.
Yok yok hiç içimden Akyaka Belediyesine telefon açıp da, Saliha Yazgaç ki kendi ağırlığından başka hiçbir şeyi olmayan, ne esnaf, ne mal sahibi, ne kar sahibi, ne han hamam sahibi şu fani kadın onca sarsıntının kalpleri çoktan isyan ettirmesi gerekirken görmezden gelindiği şu coğrafyada anonslarda cızırtı yaptığı kadar kulaklarda da cızırtı yapan bir bayram tebriki göndermiyor sizlere, hayır göndermiyor.
Saliha Yazgaç

5 Kasım 2011 Cumartesi

Akyaka’da ‘Çakırhan’la...

Alaylı mimarımızı, ölümünün üçüncü yılında 'mimaride yöresellik' konusuyla andık
Türkiye sahillerinde, hele ki şu gözü dönmüş turizm yapılaşmasının tahribatını yaşayan yerleşmelerimizde, yöresel mimarî kimliğini koruyan "yegâne" beldemizin Gökova Körfezi'ndeki Akyaka olması, Nail Çakırhan sayesindedir.
70'lerde kendine yaptığı "ev"inin, yerel mimarinin yaşatılması çabalarına başarılı bir örnek kabul edilmesiyle 1983'teki Ağa Han Mimarlık Ödülü'nü alan Çakırhan, ilerleyen yıllarda önce dostlarına, sonra da bu çabaya katkıda bulunmak isteyenlere "karşılık beklemeden" evler inşa etti... Bu duyarlılık, adeta "beldenin imar düzeni"ne dönüşünce de şimdi herkesi hayran bırakan kimlikli Akyaka doğuverdi...
Bu nedenle Akyakalılar, 10 Ekim 2008'de 98 yaşında yitirdiğimiz "Alaylı Şair Mimar"ımızın 3'üncü ölüm yıldönümünde düzenledikleri anma etkinliğini anlamlı bir temayla gerçekleştirdiler. Akyaka Kültür ve Sanat Derneği ile Akyaka Kent Konseyi'nin önderliğinde, Akyaka Belediyesi ile Mimarlar Odası Muğla Şubesi'nin desteği ve Muğla Sanatçılar Derneği'nin (MUSANDER) katılımıyla beldenin doğaya saygılı turizm tesisi Yücelen Otel'de 15-16 Ekim'de gerçekleşen etkinliğin teması; "Geleneksel Mimarlıkta Yöresel Malzeme"ydi.
İtalya'da başlatılan uluslararası "Yavaş Şehir" (Citta Slow) hareketine önceki yıl Türkiye'den ilk katılan İzmir-Seferhisar'ı... Bu yıl üyeliğe kabul edilenler ise Aydın'a bağlı, Yörük Ali Efe'nin memleketi Yenipazar; Sakarya'ya bağlı, yöresel mimarisini yaşatmakla nam salan Taraklı; Çanakkale'nin dinginliğini elden bırakmayan Gökçeada'sı ile birlikte Muğla'nın Ula ilçesine bağlı Akyaka beldesi oldu.
Yerel sorumluluklar
Akyaka'nın Yavaş Şehir sorumluluklarını Kent Konseyi Başkanı Serdar Denktaş özetle şöyle açıklıyor: "Yavaş Kent sertifikamızı aldıktan sonra girdiğimiz yeni sürecin katılımcılıkla götürülmesi gerektiğini düşünerek Kent Konseyi önderliğinde bir 'Yavaş Kent Yönlendirme Komitesi' kurma çalışmasına giriştik. Ancak son bir yıl içinde artan çevre tahribatları Akyaka'nın bir Yavaş Kent olduğu gururunu bize yaşatamıyor! Başta belediye olmak üzerek, tüm kamu ve sivil toplum kuruluşları üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirmezlerse, Citta Slow'un bir süre sonra felsefi içeriğinden kopmuş, yaşam kalitesinin unutulduğu, yalnızca rant elde etmeye hizmet eden bir 'marka'ya dönüşmesi tehlikesi söz konusu..."
İşte hem bu "tehlike"ye karşı önlemleri tartışmak hem de onurlu üyeliğin elde edilmesindeki kimlikli mimariyi beldeye armağan eden Nail Çakırhan'ı anmak üzere düzenlenen buluşmanın önemli etkinliklerinden biri, ana temayı ele alan paneldi... Panelistlerden Prof. Ataman Demir, ülkemizin tüm yörelerinde geleneksel mimarideki "farklılıklar"ı irdelediği konuşmasında özetle şunları söyledi:
"Yöresel ve geleneksel mimarimiz akılcıdır. Bu nedenle aynı bölgelerde doğanın sunduğu değişik yapı malzemeleri kullanılarak, taş, ahşap, kerpiç ya da karma yapı sistemleriyle, hem bulundukları yerle uyumlu hem de kışın üşütmeyen, yazın terletmeyen; yani, insana yönelik ortak hassasiyetler taşıyan yerel mimari tarzlar yaratılmıştır."
Yerel yapı malzemelerimiz arasında "kerpiç"in Anadolu'daki en eski mimarlık kültürüne damgasını vurduğunu anlatan Antalyalı Mimar Beyazıt Büyükyıldırım ise şunları ekliyordu: "Kerpicin binlerce yıldır yeğlenmesinin nedeni, sadece kolay elde edilir ve kullanılır nitelikleri değil; binanın nefes almasını, dış ve iç mekândaki ısı ortamını dengelemesini, insanın toprakla ilişkisini sürekli kılmasını ve plastik bir mimari yaratılmasını da sağlayan akılcı bir malzeme olmasıdır."
Mimarlar Odası Muğla Şube Başkanı Ertuğrul Aladağ da yörede kiremit örtülü kırma çatılardan önce "toprak dam"lı evlerin bulunduğunu anımsatarak dedi ki: "Toprak dam da Anadolu'nun en eski ve en yaygın uygulamaları arasındadır. Bundan Muğla yöresi de nasibini almış ve kiremit örtüye geçilinceye kadar yüzlerce yıl en sağlıklı evlerin yapımına önderlik etmiştir."
Halet Abla destanı
En çarpıcı etkinlik ise Bartın Valisi İsa Küçük tarafından yazılan, Arkeoloji ve Sanat Yayınları'nca yayımlanan "Halet Abla Destanı"nın Muğla Sanatçılar Derneği tarafından Eğitim-Sen Şubesi'nin katılımıyla teatral bir müzikli-şiirli gösteri olarak sunulmasıydı.
Müziğini, Kemal Öngüç'ün, görsel sunumunu Kamil Arslan'ın hazırladığı destanı oyunlaştıran ve aynı zamanda oyuncularından olan MUSANDER Başkanı Sadettin Özbek'e eşlik eden diğer sanatçılar ise Hulusi Kalaycı, Nilüfer Enginsu'ydu. Halet Çambel'le Nail Çakırhan'ın gerçekten destanlaşan ortak yaşamlarının ustalıklı bir sanat inceliğiyle sunulması, keşke tüm kentlerimizde yinelenebilse...
Nail Çakırhan'ı anma etkinlikleri, Akyaka ve yöresi tanıtım gezisi, mezarını ziyaret ve Ağa Han ödülünü alan evinin bahçesindeki galeride açılan resim sergisi ile sürdü...
Bu bayram tatilinde yolunuz Marmaris, Köyceğiz, Dalaman ya da Fethiye yörelerine düşerse, Akyaka'ya da zaman ayırıp, kültürel ve doğal zenginliğini bütünleştiren bu mucizevi beldemizdeki sanat ortamını yaşamanızı dilerim..
Oktay Ekinci / Cumhuriyet,  3. Kasım 2011

Sorunlar Kadın Azmağı'ndan taşıyor


Ozan Yayman,  Cumhuriyet Ege 31.10.2011

Akyaka Kent Konseyi'nin bir önceki dönem üyeleri tarafından, Muğla Valiliği'ne verilen dilekçede, Kadın Azmağı'nda yaşanan çevre tahribatıyla ilgili olarak, sorumlu kurumların görevlerinin gereğini yerine getirmesi istendi. Akyaka'nın, Özel Çevre Koruma Alanı olduğuna dikkat çeken üyeler, son süreçte yaşanan olumsuzlukların, bugüne kadar yapılan lehte düzenlemeleri ortadan kaldıracak nitelikte olduğuna vurgu yaptı. Akyaka Belediye Başkanı Ahmet Çalça ise beldelerinde çevre kirliliği yaşanmadığını, azmağın doldurulmasının söz konusu olmadığını söyleyerek, “Önceki dönemin kent konseyi üyesi olan arkadaşlarımız, konuyu çarpıtıyorlar. Akyaka, mavi bayrağını alan, arıtmasını tamamlayan ve çevre felaketi yaşanmayan bir yerleşimdir” dedi.
Muğla Valiliği'ne verilen dilekçede, “Kadın Azmağı'nın kendine özgü ekolojik yapısını korumaya yönelik olarak AzmakYönetim Planı oluşturulmuştur. Bu plan Özel Çevre Koruma Kurulu tarafından da onaylanarak, 1 Ocak 2011 tarihinden itibaren uygulamaya alınmıştır. Ancak olumlu çalışmalara karşın, Kadın Azmağı'ndaki sorunlar yerinde tespit edilmiştir. İncelemeler sonucu Azmak Yönetim Planı hükümlerinin uygulanmadığı belirlenmiştir. Azmak kenarında bulunan otel ve lokantaları kullanım alanları dışına çıkarak azmak kenarını ve içini işgal etmeleri, sazlıkları kökleriyle sökerek alan açmaları, açılan alanları toprakla doldurarak yeni alan kazanmaları, kazanılan alanlar üzerinde ticari faaliyette bulundukları görülmüştür” denildi.

Akyaka Belediye Başkanı Ahmet Çalça ise, valiliğe başvuranların, Azmak Yönetim Plaıı'yla ilgili yönetmeliklerin çıkarılmasını istediklerini söyleyerek, “İskeleler ve balıkçı teknelerinin bulunduğu yerin temizlenmesi dile getirildi. Süreç içinde Azmak Yönetim Planı yürürlüğe girdi. Uygulamasında iskele kaldırıldı ama balıkçıların tekne çekek yerleri konusu daha gerçekleştirilmedi. Bu üyeler, konuyu karıştırdılar. Burada otellerin ya da lokantaların azmağı doldurmaları diye bir şey söz konusu değil. O işletmeler 30 yıldan bu yana Akyaka'dalar ve tüm planlara işlenmiş durumdalar” diye konuştu. Çalça, Akyaka'da çevre felaketi olmadığını da savunarak, “Burada mavi bayrağımız var. Arıtma tesisimiz var. Azmağın içindeki iskeleler kaldırılırken sazlıkların köklerinin alınması diye bir şey de yok” görüşlerine yer verdi. Çalça, yerel yönetim olarak, kıyı alanındaki Maliye Bakanlığı'na ait yapının bir bölümünün yıkıldığını ve 30 dönüm arazinin kamuya terkinin  yapıldığını söyleyerek, “Burayı kamuya yeşil alan olarak sunacağız. Binanın 20 metrelik kısmı yıkıldı. Akyaka'ya yakışmayan bu maliye binasının süreç içinde tamamının yıkılmasını istiyoruz” dedi.

Hesabı Kim Ödeyecek ?

Geçen ay paylaştığım Gurur Çukuru başlıklı yazıma gelen bir yorumda sorulan soruyu çoğaltarak tüm Akyakalıların kendine sorması gerekiyor. Soru şuydu; Belediyeye usulsüz uygulaması nedeni ile devlet tarafından ceza kesilirse bu cezayı belediye mi (Akyakalılar) ödemeli yoksa usulsüz uygulama kararını veren belediye başkanı mı? Maliye (devlet) Akyaka Belediyesine Maliyeye ait alanda usulsüz otopark, açık hava sineması ve umumi tuvalet işletmesi nedeni ile ceza kesmiş, Belediye Başkanı Ahmet Çalca’nın kendi ifadesine göre 400.000 TL ! Ahmet Çalca’nın bundan dolayı Maliyeye kafası fena bozulmuş ve ondan intikam almak için Maliyenin imara aykırı yaptığı bir binayı yıktırmış. Yıkılan binanın yerinde kocaman derin bir çukur açılmış ve bu çukur da belediye başkanının keyfince kapattırılmayarak aylarca Akyakalılara adeta bir cezaya dönüşmüş.

Maliyenin usülsüz işler yaptığı için belediyeye para cezası kesmesi ne kadar normal ise belediyenin de imara aykırı bir binayı yıkması o kadar doğal. Yani burada intikam almayı gerektiren bir durum yok aslında. Bu cezanın sonucu olarak belediyenin bütçe dengesi iyice bozulmuş. Ödenemeyen bu ceza nedeni ile Akyaka Belediyesinin zaten pek iyi olmayan kredibilitesi Akyakalılar için utanç verici bir düzeye inmiş durumda. Belediyenin ödenmemiş borçları yüzünden Güney Ege Kalkınma Ajansının kaynaklarından yararlanmak üzere proje başvurusunda bulunamıyor olması da cabası.

Yerel seçimlerde oylarımızla seçerek işbaşına getirdiğimiz yöneticiler (başkan ve belediye meclisi üyeleri) vatandaşın belediyeye ödediği her kuruş verginin vatandaşa yeniden hizmet olarak dönmesi için bütçeyi çok iyi yönetmekle yükümlüdürler.  Bu anlamda da belediye yönetiminin her türlü bütçe harcamasından  vatandaşa hesap verebilir durumda olması gerekir.

Soruyu daha somutlaştıralım: Bir belediye başkanının vatandaşın parası ile usulsüz faaliyetlerde bulunma keyfiyeti var mıdır ? Bu usulsüz faaliyetlerin kararı alınırken belediye meclisi üyelerinin tavrı ne olmuştur ? Karar oy birliği ile mi alınmıştır? İtiraz eden üye olmuş mudur, olduysa gerekçesi neydi ? Bu soruları sorduğumuzda aslında sorunlu başka bir alana giriyoruz : şeffaflık. Meclis toplantılarında alınan kararlar, toplantı tutanakları halka açıklanmadığı için bu soruların cevabını bilemiyoruz.

Ve asıl soru : yöneticilerin keyfiyeti, görevi kötüye kullanmaları ya da iş bilmezlikleri sonunda uğranan zararların, kesilen cezaların muhatabı kimdir ? Adalet duygusunu henüz yitirmemiş vatandaşların bu soruya cevabı, zarara kim yolaçtı ise hesabı onun ödemesi gerektiği şeklinde olacaktır.

“Hesap verilebilirlik” konusuna yalnızca yöneticiler açısından bakarsak sorunu eksik irdelemiş oluruz. Konunun bir de” hesap sorma” boyutu vardır ve ikisi birbirini gerektirir. Yani vatandaş hesap soruyorsa hesap verme gündeme gelir. Peki  biz hesap soruyor muyuz? Akyakalılar kendilerine yüklenen bu cezanın hesabını ilgililerden soracak mı ? Soracaksa nasıl ? 

Ülkemizde ne yazık ki yasal mevzuat kamu yöneticilerinin keyfiyeti sonucunda oluşan zararlarının sorumluları tarafından tazmin edilmesine izin vermiyor. Çünkü anayasal düzenimiz vatandaş odaklı kurulmadığı için kanunlar da vatandaştan ziyade kamu görevlilerine adeta koruma kalkanı görevi görmektedir. Böyle olunca da kamu yöneticilerinin yolaçtığı zararları genellikle vatandaş ödüyor. Seçilmiş yöneticilerin kötü yönetimlerinin hiç değilse siyasi olarak hesabını vermesi  beklenebilir; mesela istifa etmek gibi. Demokrasinin bizden daha iyi işlediği dünyada bu böyledir. Ortada bir kamu zararı varsa hukuksal süreçler beklenmeden sorumlular derhal görevden çekilir. Seçilmişler seçmenlerine karşı bu sorumluluğu taşırlar. İstifa, medeni dünyada utanılacak bir davranış değildir,  aksine insana yaşamının sonraki döneminde diğerlerinin yüzüne bakabilme gücü veren soylu bir davranıştır. 

Katılımcı demokrasinin işlediği toplumlarda karar alma süreçlerine sivil toplumun katılımı ne kadar genişse yöneticiler uygulamada kendilerini o derece güçlü hissederler. Çünkü kararların arkasında güçlü bir halk desteği vardır. Ama yöneticiler elbette alınan  kararların en iyi şekilde uygulanmasından sorumludurlar ve bu noktada hesap verme sorumlulukları devam eder. Bu yüzden ilgilerini hizmet kalitelerini yükseltmeye yöneltmek zorundadırlar. Yöneticilerin liderlik ve planlama becerileri  öne çıkarken, kurumsal kapasitenin sürekli geliştirilmesine, “öğrenmeye” yoğunlaşmaları da zorunludur. Ancak bunları başarabilen yönetimler kaynaklarını en iyi şekilde kullanarak halkın yaşamına olumlu katkı sağlayabilirler. Kısacası, yaşam kalitesinin arttırılabilmesi için katılımcı demokratik bir yönetim anlayışının hayata geçirilmesi şarttır.

21. yüzyılda temsili demokrasi artık yerini katılımcı demokrasiye bırakıyor. Yaklaşık doksan yıldır yönetim şekli cumhuriyet olan ülkemizin yönetim kültüründe ise ne yazık ki hala “saltanat” geleneği güçlü bir şekilde devam ediyor. Yöneticiler seçimle işbaşına geliyor olsa bile yasalarımız yöneticileri yönetim etiğinden (şeffaflık, hesap verilebilirlik, katılımcılık) söz etmeyi anlamsız kılan yetkilerle donatıyor.  Böyle olunca da kötü yönetimin açıkça ortaya çıktığı durumlarda istifa mekanizması devreye giremiyor, yöneticiler için  “pişkinlik”, vatandaşlar için de “katlanma” güçlü gelenekler olarak devam ediyor.

Yaşam kalitemizi yükseltmek istiyorsak hızlı bir değişim sürecinden geçen dünyanın bir parçası olarak Türkiye de vatandaşların yönetimde daha fazla söz sahibi olduğu dönüşümü gerçekleştirmek zorundadır. Akyaka’da ve Türkiye’nin her yerinde vatandaşlar olarak sürekli hesabı ödeyen taraf olmaktan kurtulmak için bunu başarmalıyız.

Serdar Denktaş

4 Kasım 2011 Cuma

Yavaş Kentler ve Yaşanabilir Bir Dünya Umudu

Cittaslow (Yavaş Kent) hareketi dünyada ve ülkemizde “yavaşça” yayılırken Yavaş Kent Akyaka’da bu çalışmaların pratiği içinde yer almış bir vatandaş olarak deneyimlerimden yola çıkarak sürdürülebilirlik kavramı üzerinde düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Citta/slow, İtalyanca citta (kent) ve İngilizce slow (yavaş) kelimelerinin birleşiminden oluşan melez bir kelime. İtalya’da 1989’da başlayan, yerel yeme içme kültürlerini tehdit eden fastfood kültürüne karşı çıkmak ve yerel, geleneksel lezzetleri korumayı amaçlayan Slowfood hareketinin devamında ortaya çıkmıştır.

Kentlerde kurduğumuz hızlı tüketim odaklı yaşam biçimleri ile anlamsız bir koşuşturmacaya dönüşen yaşamlarımız gittikçe standartlaşıyor, aynılaşıyor, nihayet yaşamdan keyif almayan, sürekli gereksiniminden “daha fazlasını” isteyen, tatminsiz bireyler haline geliyoruz.  Bunca “hırsı” umutsuzca doyurmaya çalışan zavallı kentlerimiz doğal kaynaklarını hızla tüketiyor, yozlaşıyor ve kimliğini yitiriyor, yaşam kalitesi hızla düşüyor. “Yavaş” hareketi özünde, bu hızlı tüketim anlayışı ile yaşamın her alanında doğanın ve yerel kültürlerin metalaştırılmasına,  geri dönüşü olmayan biçimde yok edilmesine itiraz ediyor.

İtalya’da 32 tane küçük kasabanın yerel yönetimleri 1999’da biraraya gelerek bir manifesto hazırlamışlar ve oluşturdukları ortak ilkeler doğrultusunda kasabalarının sahip olduğu doğal ve kültürel değerleri koruyarak sürdürülebilir kent yaşamları oluşturmak için çalışma kararı almışlar. Merkezi Orvieto’da bulunan ve uluslararası hale gelen Cittaslow örgütünün en önemli özelliği hareketin bir küçük kentler hareketi olması. Örgüte nüfusu 50.000’de az olan küçük kentler üye olabilmektedir.

Bugün dünyada 150 civarında üyesi olan harekete Türkiye’den katılan ilk küçük kent Seferihisar olmuştur (2009). 2011 yılında 4 küçük kentin daha katılımı ile (Akyaka, Yenipazar, Gökçeada, Taraklı) bu sayı 5’e çıkmıştır. Böylece artık Türkiye’de Ulusal Yavaş Kentler Ağı oluşturulmuş oldu. Seferihisar bu ağın merkezidir.

Yaşam kalitesinin önemi

Cittaslow kendisini “yaşam kalitesinin önemli olduğu kentler ağı” olarak tanımlamaktadır. Yaşam kalitesi, bir kentte yaşayan bireylerin eylemlerinin “ortak ürünüdür” ve yaşam standardından farklıdır. Bireylerin satın alma gücünü ifade eden yaşam standardının yüksekliği, o bireylerin yaşadıkları kentte yüksek yaşam kalitesine sahip oldukları anlamına gelmez. Örneğin yaşamdan haz alabilmek için temiz hava solumak bir gösterge ise, bu ancak o kentte yaşayan bireylerin birlikte oluşturabilecekleri bir değerdir. Yani yaşam standardı bireysel, yaşam kalitesi kollektif olarak oluşturulur.

Yavaş Kent hareketi de dahil olmak üzere dünyada sürdürülebilir kent yaşamı oluşturmak için çıkış arayanlar, yaşam kalitesini oluşturan altı tane temel alan belirlemişlerdir. Yaşam kalitesini yükseltmek için bu alanların herbirinin değerini yükseltmek için çalışırken, hiçbirinin diğeri için feda edilmemesi gerekiyor. Yani bu alanların arasındaki hassas denge çok iyi korunmalıdır. Yaşam kalitesini oluşturan altı bileşen kısaca şöyle tarif edilebilir:

Doğal zenginlik: Tüketim odaklı yaşam biçimlerinin doğrudan nesnesi durumunda olan doğal zenginliklerin korunması kaliteli bir yaşam için önemlidir. Temiz hava, su, gıda,enerji,  araç trafiğine terkedilmemiş gürültüsüz ve rahat yürünen caddeler, tüm bunlar doğal zenginliğin göstergeleridir. Özellikle doğanın korunabilmiş olduğu bölgeler için en büyük tehdit turizm baskısıdır. Artan turizm faaliyetleri ile birlikte gelen toprak rantı iyi yönetilemediğinde,  o bölge betonlaşmaya teslim olmakta, doğa kendini yenileyebilme gücünü yitirmekte ve artık yaşam sürdürülebilir olmaktan çıkmaktadır. Kitle turizmine, hızlı ve plansız gelişmeye teslim olan bu kentler bir süre sonra kimliklerini yitirmekte, yaşam kalitesi bir daha iyileştirilmesinin çok zor olduğu yaralar almaktadır.

Fiziksel zenginlik: Bir kentin sahip olduğu tüm altyapı ve üstyapı değerlerini ifade eder. Temiz içme suyu şebekesi, kanalizasyon, sağlık merkezi, eğitim imkanları, çocuklar için oyun parkları, bahçeler, bisiklet yolları, vs. bir kentin fiziksel değerlerini oluştururlar. Yaşam kalitesinin önemli bir bileşeni olarak  kentin sunduğu sağlık ve eğitim imkanlarını arttırmaya çalışmak gerekir.

Ekonomik zenginlik: Kent sakinlerinin ekenomik faaliyetlerinin sonuçları ile ilgilidir. Yavaş kent hareketi mutlu azınlıklar üretme projesi değildir. O kentte yaşayan her bireyin yaşam standardının yükseltilmesi önemlidir. Bu anlamda yeni iş imkanları yaratmak, faaliyetlerden kazanılan paranın yine o kent içinde harcanması, biriken sermayenin  kent için yatırıma dönüştürülmesi kentin ekonomik zenginliğine katkı sağlıyacaktır. Ekonomik zenginliği arttırırken yerel üretimin desteklenmesi, faaliyetlerin sürdürülebilir olması ve olabildiğince kendine yeten bir kent olmak hedeflenmelidir.

Sosyal zenginlik Kent sakinlerinin birbirleri ile olan ilişkileri ile oluşur. Tüketim odaklı kent yaşamı bireyleri birbirlerinden izole etmekte ve gittikçe yalnızlığa itmektedir. Kaliteli bir kent yaşamı için insan ilişkilerinde sıcaklık, dayanışma duygusu ve sevgi  önemlidir. İnsanların birbirlerini farklılıkları yüzünden dışlamadığı, ötekileştirmediği, aksine farklılıkları zenginlik olarak kucakladığı bir birlik duygusunun hakim kılınması gereklidir. Diğer yandan yerel demokrasinin geliştirilmesi,  buyurgan değil, tüm bireylerin katılabildiği bir karar alma  mekanizmasının kurulması (yönetişim), yönetim etiğinin oluşturulması (şeffalık, hesap verilebilirlik, katılımcılık)  sosyal değer olarak önemlidir ve “medeniyet”  ölçüsüdür. Sosyal zenginliğin arması medeniyet düzeyinin de yükselmesi anlamına gelir.

İnsan zenginliği: Kentte yaşayan bireylerin bilgi, beceri ve yetkinlik düzeyi, kentin yaşam kalitesinin bir başka göstergesidir. İnsan kaynağının zenginleştirilmesi hem bireylerin  hem  de kurumların kapasitelerini geliştirmeleri ile mümkündür.

Kültürel zenginlik: Geleneklerin yaşatılması, tarihsel mirasın korunması yaşam kalitesinin bir diğer göstergesidir. Tarihine ve geleneksel kültürlerine yabancılaşmış bir kent yaşamının kaliteli olduğu söylenemez.  Tarihin ve geleneksel değerlerin korunması ve yaşatılması amaçlanmalıdır.


Yavaş Kent ne değildir ?

Cittaslow örgütü yukarıda tanımlanan alanları içeren, yaşam kalitesini yükseltmeye yönelik 59 somut kriter oluşturmuştur. Birliğe üye olan kent yönetimleri bu kriterleri yerine getirmek üzere taahhütte bulunurlar. Birliğe üye olmakla bir kentin yönetimi, o kentteki yaşam kalitesini arttırmak üzere çalışmayı öngörür ve kriterleri sağlamak üzere eylem planları geliştirir. Üyelik sertifikası bir ödül değil bir taahhüttür.

Yavaş Kent bir turizm projesi değildir. Ne yazık ki Cittaslow’un, marka değerini kullanarak gelen turist sayısını arttırmak üzere araçsallaştırma eğilimi de yaygındır. Elbetteki turizm ekonomik zenginliği arttırmak için önemli bir bileşendir ve Cittaslow da prestijli bir markadır. Ancak, tüm diğer bileşenleri yok sayarak, özellikle doğal dengeyi ve biyolojik çeşitiliği yok ederek yapılacak plansız programsız turizm faaliyetleri Cittaslow felsefesi ile çelişir. Bu nedenle doğayı koruyarak sürdürülebilir, alternatif turizm faaliyetleri geliştirmeyi öngören “Yavaş Turizm” kavramı geliştirilmiştir.

Yavaş Kent “sessiz kent” değildir. Yavaş Kent’le ilgili yanlış algılamalardan bir tanesi de eğlencenin dışlandığı şeklindedir. Elbette gürültü kirliliğinin azaltılması bir yavaş kent kriteridir ama bu kentin sesini kesmek anlamına gelmiyor. Aksine, yavaş kentin sosyal zenginliği arttırmak gibi bir derdi var. Kent yaşamının  eğlenceli kılınmasına, eğlence kültürünün çeşitlenerek zenginleşmesine önem verir. Gelenekselleşen ulusal ve uluslararası festivaller vasıtası ile farklı kültürlerden insanların karşılaşmasını, birbirlerini zenginleştirmesini öngörür. Başka türlü eğlenmek, bağırıp çağırmadan, birbirini rahatsız etmeden eğlenmek te mümkündür.

“Yavaş Kent” mi “Sakin Kent” mi?

Türkiye’de Cittaslow hareketi başladığında en çok kafa yorulan konulardan birisi kavramın Türkçeye nasıl aktarılacağı konusunda olmuştur. Logosu salyangoz olan bir “yavaş” hareketinin Türk insanının bünyesine uymayacağı düşüncesi ile kavramın tam karşılığı olan Yavaş Kent yerine Sakin Kent olarak “türkçeleştirilmesi” genel kabul görmüştür.

Bu iyi niyetli çarpıtmanın Yavaş Kent hareketinin felsefesine uygun olmadığı düşüncesindeyim ve kişisel olarak yavaş kent demeyi tercih ediyorum. “Yavaş”ın bizim kültürümüzde olumsuz algılandığı iddiası, haklı bile olsa, aslında Yavaş hareketinin tam da karşı çıktığı, sürdürülebilir olmayan, “hızlı” yaşam tarzına uygun davranmak anlamına gelir. “Yavaş”, bizi doyumsuz bir  hırsla hızla tükettiğimiz doğal ve insani değerlerle yüzleşmeye, bunun yerine sürdürülebilir yaşam biçimleri oluşturmaya davet ederken, bu çarpıtma yüzleşmeden mahcup bir kaçış anlamına geliyor. Elbetteki  “yavaş” “sakinliği” de içerir ama daha fazlasıdır ve “sürdürülebilirliği ifade etmektedir.

Yavaş Kent hareketinin felsefesini içselleştirdiyseniz, yapmanız gereken kavramı bünyeye uygun hale getirmeye çalışmak değil, bünyenizi değiştirmektir. Çünkü hastalanmış yaşamlarımızı tedavi etmek için kendimizi değiştirmemiz şart ve Cittaslow açıkça bizi bünyemizi değiştirmeye ve yavaşlamaya davet ediyor. Dürüst olmamız ve yaşam kalitesini arttırmak için bunun gerekli olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Ne yazık ki bizim kültürümüz kavramları çarpıtarak içini boşaltmaya, rant aracına dönüştürerek kirletmeye çok yatkındır. Örneğin Akyaka’da Akyaka Kent Konseyi’nin öncülüğünde halkın talebi olarak ortaya konan ve belediye yönetiminin isteksizce desteklediği Cittaslow üyelik süreci,  üyeliğe kabul edildikten sonra belediye yönetimi tarafından yalnızca turizm tanıtma çalışmalarının konusu haline geldi. Yerel yönetim yaşam kalitesinin arttırılması konusunda hiçbir olumlu girişimde bulunmadığı gibi, karar alma mekanizmalarından halkı dışlayarak yönetimini dayatmacı yöntemlerle sürdürmeye devam ediyor.

Yavaş Kentler ve Katılımcı Yerel Yönetim

Sürdürülebilir kent olma hedefi olan yerel yönetimlerin, hareketin özüne sadık kalarak felsefesini anlamaya ve anlatmaya daha fazla zaman ayırmaları gerekiyor. Burada başlangıç noktası, yavaş kent sürecinin katılımcılığı gerektiren bir demokrasi hareketi olduğunun bilincinde olarak eylem planları oluşturulurken halkın karar alma mekanizmasına katılımının sağlanması ve bunun kurumsallaştırılması olmalıdır. Yani yerel yöneticilerin iktidarlarını halkla paylaşmaya hazır olmaları gerekiyor.

Bu ülkenin vatandaşları olarak en iyi bildiğimiz  şeylerden birisi, kapalı, hesap vermeyen, dayatmacı yönetim anlayışları ile birilerinin yaşam standartları yükselirken, kentlerimizin yaşam kalitesinin kötüye gittiğidir.  Türkiye’deki yavaş kentler bir değişimin öncüsü olabilirler ve demokratik yerel yönetim anlayışına güzel örnekler sunabilirler.  Cittaslow üyeliği yavaş kentlerimize böyle bir sorumluluk yüklüyor. Elbette vatandaşlar ve sivil toplum örgütleri de yerel yönetimleri karar mekanizmalarına katılım konusunda daha fazla zorlamalılar. Bu arada belediye yönetimlerinin  katılımcılık adına düzenledikleri ve yalnızca “halkı bilgilendirdikleri” halk toplantılarına rağbet etmemek gerekiyor. Çünkü bu toplantılarda genellikle belediye yönetimlerinin halkın haberi olmadan önceden aldığı kararlar ilan edilir. Katılımcılıkla kastedilen, politikalar oluşturulurken halkın katılımının sağlanmasıdır. Kararlar alınmadan önce bilginin kent halkı ile paylaşılması, gündemin birlikte oluşturulması ve kararların bir yuvarlak masa etrafında eşit paydaşlar olarak yerel yönetimin ve halkın temsilcilerinin birlikte alması hedeflenmelidir.

Demokratik yerel yönetim konusu yalnızca yavaş kentlerin değil ülkemizdeki tüm kentlerin sorunu elbette.  Yasalar seçimle işbaşına gelen yöneticileri adeta padişah yetkileri ile donatırken karar alma süreçlerine halkın katılımı ancak seçilmişlerin insafına kalmaktadır. Belediyeler kanunu ve kent konseyi yönetmeliklerinde gerekli değişiklikler yapılarak halkın karar alma süreçlerine katılımının önü açılmalı, yerel yönetimlerin şeffaflığı ve hesap verilebilirliğinin sağlanması için yasal düzenlemeler yapılmalıdır. 

Yazımı bitirirken kentlerinin yaşam kalitesini arttırmak için iyi niyetle çalıştığını bildiğim ülkemizin yavaş kent yöneticilerine selam gönderiyor ve onlara başarılar diliyorum. Umarım tüm yavaş kentlerimiz bu dönüşümü  gerçekleştirebilir ve ülkemizin daha yaşanılır bir ülke olmasına birlikte çalışarak öncü olurlar. Bu çalışmaların “uluslararası” bir hareketin parçası olduğunu da unutmamalıyız. Dünyanın daha yaşanılır bir yer olması için de dünyadaki yavaş kent sayısının artmasına ihtiyaç var.  Dünyanın değişik yerlerinde küçük kasabalarda gösterilen sürdürülebilirlik çabaları daha yaşanabilir bir dünya oluşturma potansiyeli taşıyor. Yavaş hareketi ”farklı bir dünya” için umut veriyor.

Serdar Denktaş

Terradan teröre akan kan

Latincede, terra’nın (yer-toprak) terör ile etimolojik ilişkisini görünce (terror – terreur – terrere) dank etti.
Adam/ad-aw-mah (yer-toprak) Ibranicede aynı zamanda kan ve kırmızı anlamlarına geliyor (aw-dam/aw-dom).

Başka?
Hum, humus=yer, toprak.
Homo/humanus/human latincede insan.
Kan nerde?
Hema/hemo/aima da kan.
Hemo philia kan sever mi oluyor bu durumda?
Veya kanama düşkünü?

Tesadüf değil elbette, toprakla kan arasındaki bağlantı.
Tarih-coğrafya ilişkisine bakınca görülüyor zaten, tüm kanların toprak uğruna döküldüğü.
Toprak=bereket(beslenme) ve barınak/güvenlik.
Onun için de ‘ana’.

insanevladının iki özelliği çok belirleyici;

benim olsun
benim gibi olsun

Bu özellikleri nedeniyle, insan denilen organizma sürekli genişleme/büyüme eğilimi sergiler.
Dur durak bilmeden sahip olmak ve doğadaki mahlukatları kendi gibi yapmak, yorucu ve tahripkardır.
Insan, oluşturduğu topluluklara da (aile, cemaat, dernek, şirket, devlet, millet...) kendinden bir akıl katar.
Topluluğun aklının iki temel işlevi vardır; bir yandan içindeki unsurları eğitip, kendine benzetmeye çabalar;
diğer yandan da konu komşunun malına göz koyar. 

Bu akıl zamanla kuşaktan kuşağa aktarılır ve bir süre sonra organizmanın bilinçdışı belleğinin ürünü olur çıkar.
Buna kültür denir mi?
Denir!
Kültür, insanların birlikte yaşamak için çevresinde dönüp durdukları, ona sarılıp güç aldıkları kadim eksen gibidir.
Birlikte, ahenkli dönüşün bir enerjisi vardır ve bu enerji gelecek kuşağa aktarılır.
Aktarılan enerji, içinde “birlikte ayakta kalabilmenin, gelişmenin ilkeleri, koşulları” gibi ciddi bilgileri de taşır.

Habil-Kabil kardeşlerin derdi de budur.
Kültürler arası genişleme kavgası.
Biri çobandır, dağlı-göçer kültürü; diğeri çiftçidir, yerleşik hayat, kent kültürü.
Genişleme sıkıntısının ürünü ilk kan dökülür.
 
“Modern toplumda dededen toruna bilgi akışı durdu, sorunun kaynağı bu dur”
Ne ilgisi var? Eskiden akan o kültür içinde de şiddet, kan, korku vardı.
“Medeniyet ve aydınlanma kanı durduracak”
Ne ilgisi var, çağdaş Avrupa artık genişlemek için kan dökmüyor mu?
Ya Allah sevgisiyle dinsel  ‘organize akılların’ döktüğü kanlar?

Hepimiz büyümek istiyoruz, ama yer kalmadı.
Benim olsun-benim gibi olsun demekten vazgeçmedikçe, kan nasıl duracak?
Gerçek aydınlanma da bu herhalde.

Sunay Demircan