Sayfalar

10 Ekim 2011 Pazartesi

Biraz Düş Biraz Gerçek Yürü Kızım Kim Tutar Seni

Dağlılar ve Bağlılar Üzerine
Yıl büyük kent konseyleri toplantılarının başladığı 2011’ lerin sonlarıydı. 2000’lerle birlikte elektrik ışıklarının gece gündüz aydınlattığı dünya bu ışıklardan intikam alırcasına karanlıktı aslında. Karanlığın sessiz gölgeleri dört bir yandaydı. Işıklarla donatılmış da olsanız adını koyamadığınız, cisimleştiremediğiniz bir şeyler vardı daima etrafta. Korku bütün havayı sarmıştı sanki. Dur durak bilmeyen karanlık yağmurlar günler boyu yağarken cüppe gibi yağmurluklarına sarınmış insanlar akıyordu asfaltlardan. Horlanmaktan, itilip kakılmaktan ve aç bırakılmaktan biçimsizleşmiş sokak köpekleri çöp yığınlarının etrafında kümelenmiş, zaman zaman ortalığı kaplayan acı inleyişleri yarıp geçiyordu bu karanlık tini. Köpeklerin irkilten seslerine kulak kabartan biri bazen sesin geldiği yöne doğru dönüyor ve birgün biz de böyle inleyecek miyiz acaba diyen içindeki sesten oradan hızla uzaklaşarak kurtulacağını sanıyordu. Onca parıltının ortasında ruhlarını karanlık basmış bu şehrin çocukları yoktu. Varsa da nerede olduklarını biz bilmiyorduk, onları ortalıklarda hiç görmüyorduk. Bir çocuk ağlaması ya da bir çocuk kahkahası duymayalı nice zaman… Peki ben hiç çocuk olmuş muydum? Anılarım var mıydı? Dizlerimi yaralamış mıydım sokaklarda koşarken? Evet, arada çocukluğum fırlayıp geliyor bir yerlerden nadir bir kokuyla uyarılarak ya da öyle bir karşılaşma bazı çağrışımlar taşıyor çocukluğumdan bana. Ama ne yazık ki bir gece vakti şehir yönetiminin açtığı bir çukurda ölecektim ki kurtardılar ve ne yazık ki o çukurda kaldı anılarımın çoğu, hatırlanmadılar bir daha. Belki de böylesi daha iyi. Yoksa onca güzel anı bu boktan dünyaya dayanmamı daha da zorlaştırabilirdi. En güzel anılarım felaketim olabilirdi ya da bu benim züğürt tesellim, kim bilir ki!
Şehirleri zenginler ve belediye başkanları ve onların komiserleri yönetiyordu. Çok zaman bu adamların kimler olduğunu bile bilmiyorduk. Cafcaflı propagandalarla, sokaklardaki yoksulluğa inat inanılmaz paraların harcandığı reklam kampanyalarıyla, zenginliğin ve akrabalık ilişkilerin bir araya getirdiği insanların oylarıyla seçimlerden evvel seçilmesi karar verilen kişiler yönetimlere getiriliyordu. Sadece seçim dönemlerinde yüzlerini görebildiğimiz bu kişiler seçimden seçime dillerinde yer verdikleri adalet, mutluluk, eşitlik laflarını şöyle bir duyduğumuz konuşmalarını adet üzre yapıyorlar ve bütün iğretilikleriyle balkon konuşmalarını gerçekleştirdikten sonra bir ordu ve polis teşkilatı eşliğinde balkondaki yerlerinden ayrılıyorlardı. Ve herkesin alıştığı ve içlerinden pek azının itiraz ettiği sefalet şimdiye kadar nasıl akıp gittiyse öyle akıp gitmeye devam ediyordu lağım suları nasıl akıp gitmeye devam ediyorsa cafcaflı reklam panolarının, müzikli, neonlu vitrinlerin ve gösteri dünyasının arasından. Lağım fareleri gibi ortalıkta dolaşıp duran birileri, o birileri artık yoksulluktan, çok çalışmaktan ve yalnızlıktan… İşte bu lanetlenmiş hayata dur demek isteyen birileri vardı yine de, hep olduğu gibi. Kent konseyleri aracılığı ile halkın yönetime ortak olması gerektiğinin mücadelesini vermeye çalışıyorlardı ama işleri çok zordu. Çünkü eleştiriden nefret eden yönetimler onları ortadan kaldırmak, seslerini kısmak, yollarına taş koymalarını engellemek için her yolu deniyorlardı.
 Yönetim kent konseyinin eleştirilerini hazmedemiyor, en ufak bir eleştiride küplere biniyor, eleştirenlerin yollarını tıkamak için elinden geleni ardına koymuyor, intikam düşkünü ağzından salyalar akıtıyordu. Yoksulluk ve yalnızlık halkın kaderi olmuştu. Zenginler zaten zenginlerdi ve zengin olukları için her zaman muhafazakârlardı, asla değişim istemiyorlar, hiçbir zaman yönetime muhalif olmuyorlar, yönetimi eleştirmiyorlardı. Çünkü zenginlerin ve yönetimin çıkarları ortaktı, onlar birbirlerini var etmek için vardılar. Devletin yoksul olan, işsiz olan, yalnız olan, çocuklarını iyi okullara gönderemeyen, hayatın para ile zenginlik ile varılan tatlarına asla varamayacak olan ama yine de kanaatkâr, yine de intikamdan medet ummayan, yine de isyan aklına en son gelecek olan mahcup kesimi olan gerçek halk için varolduğu apaçık bir yalandı. Artık bu halk yönetenlerin kendilerine daha iyi hayatlar vereceklerine inanmıyordu. Kavga, ihanet, yalan, dalavere, halkın vergilerini yönetenlerin kişisel mülklerine çevirmesi sıradanlaşmıştı. Sokaklarda ikili bir hayat vardı: bir yanda zenginliğin cafcafı zevksiz, şamatacı, gürültücü ve estetikten uzak binalar, giysiler, müziklerle düşkünleşmiş bir hayat, bir dekadans olarak kendini sunarken diğer yanda çok çalışmaktan bitkin düşmüş, yorgun yüzler sıradanlığı bir ucundan olsun yakalayabilmek için büyük bir kaygı içindeydiler. Mutsuzdular o kesin çünkü hayatın anlamı sorusu gittikçe daha çok yakalarına yapışıyor, bir gün onlar da azıcık olsun mutlu olabilecekler mi artık bunun için hiç umutlanamıyor, çocuklarına nasıl bir hayat sunacaklarını düşünemiyorlardı bile. Mutsuzluk ve keder ruhlarını ve akıllarını körleştiriyor, bu yüzden kendi içlerinde de parçalanıyor, bu düzenin değişeceğine inanmıyor ve bu yüzden de hiçbir şey yapmayanlar da oluyordu. Kimileri de onları soyup soğana çevirenlerle kısa vadeli amaçları için işbirliğine giriyor ve bunu yaparken kendileri gibi yoksul olan pek çoklarına ihanet ettiklerini düşünmüyor, bu kısa vadeli amaçlarının geri kalanlar üzerinde ne büyük zararlara mal olduğunu görmezlikten geliyorlardı. Durum dünyanın pek çok yerinde kötü gitmekteydi. Gün geçmiyordu ki yeni bir ülkede yeni bir şehirde daha isyanlar çıkmıyor olsun. Ve bu isyanlar ne zafer sarhoşluğu içinde sonlarının gelmekte olduğunu göremeyecek kadar körleşmiş olan zenginler ve yönetici sınıfın ve ne de mutsuzluk ve kederden önünü göremeyen yoksul sınıfın umurlarındaydı. Ah bu mutsuzluk yok muydu? Mutsuzluk aklı kör ediyor ve kendilerinin başkaları tarafından yönetilmelerini sağlıyordu ama bunu göremiyorlardı. Ve fakat bu sözünü ettiklerimizin dışında bir grup insan daha vardı. Onların derdi yönetmek arzusu olmamıştı hiçbir zaman. Başkalarını yönetmenin, şıkıdım koltuklarda oturarak gerçekte çalışmalarıyla, emekleriyle kendilerini zengin eden yoksul halkın önünde böbürlenmek, gerinmek hiç onlara göre olamazdı, olmamıştı. Onlar zenginlikler için değil adalet için insanlık onuru için her şeylerini verirlerdi. İstedikleri salt buydu. Ne var ki yüreklerin derinliklerine kadar kök salmış olan zenginlik hırsı ve umutsuzluk yüzünden böyle insanların var olabileceğine hiç kimseler inanmıyordu. Şayet birileri adalet için, insanlık onuru için yönetenleri eleştiriyorsa mutlaka bunu bir amaç uğruna yapıyor olmalıydı, o amaçta onların yönetme hırsı olabilirdi ancak. Böylece onları düşmanları olarak görüyor ve hemen onlara karşı bir karalama kampanyası başlatılıyordu. Hâlbuki öyle insanlar vardılar. İstedikleri sadece herkes için adil bir hayattı. Savaştan nefret ediyorlar, insanın hak ettiğinin aşk olduğunu düşünüyorlardı. Hayat onlar için aşk ve şiir demekti. Aşk ve şiire ise ne zenginlikle ne de yönetme hırsı ile ulaşılabilirdi. Aşk ve şiir başka türlü bir varoluşun ödülleri ve gerçeği idiler. Bu gerçeği anlatma işi de onlara düşüyordu. Hiç kolay değildi bu elbet. Bu uğurda ne çok kayıplar verilmişti ama onlar da biliyordu ki bu uğurda kaybedildikleri düşünülenler gerçekte hep kazanmışlardı ve kazanıyorlardı. Şiir kendisini var edenleri hiç şiirsiz bırakmamıştı. Sorun yönetme hırsı ve zenginlik kaygısı ile dopdolu olanların her cepheden saldırıyor oluşları idi. Bu uğurda aileyi kullanıyorlar, aşka ve şiire gönül vermiş genç ve diri yürekleri ana babalarına kırdırmak istiyorlardı. Düzgün, dürüst aileler istiyoruz, erkek gibi erkekler istiyoruz, vatanını kanı ile koruyacak, ırkına biat edecek erkekler istiyoruz diyorlardı. Gencecik çocuklarını savaşlara göndermekten hicap duymuyor bununla gururlanıyor gerçekte ise kendilerini koruyorlardı. Çünkü zenginlerin ve yönetici sınıfın çocukları gitmiyorlardı savaşa, savaşlara giden savaşlarda ölen yoksul halkın çocuklarıydı. Geride gencecik dul kadınlar, öksüz evlatlar kalıyordu ve bu mutsuz insanların tek gurur kaynaklarının ise sadece vatana kurban gitmiş çocukları olduğu yanılgısı yaratılıyordu. Öbür yanda ise duvarlarla, muhafızlarla, teknolojik aygıtlarla korunan ulaşılması zor evlerinin arkasında vatan için kendilerinden hiçbir şey vermemiş olanlar kadehlerini tokuşturarak, iğrenç kahkahalarını savurarak eğleniyorlardı. Yetmezmiş gibi aşk ve şiir diyen, çalışmayı eleştiren çünkü çalışmakla kast olunanın başkaları için kölelik olduğunu bildiklerinden köleliğe hayır diyen, barış şarkıları söyleyen, orman perilerine inanan ve melekleri seven, ne babanın ne tanrının ne komutanların ne de başbakanların otoritesini reddeden, bildiğinizden bambaşka bir hayat mümkündür diyen kadınlar ve erkekler ki alışverişi pek sevmezdiler, müziğe ve dansa meraklıdırlar, enstrüman yapmayı bilir ve sevişmekte ustadırlar, hayvan eti pek yemezler, ot toplamayı bilir ve kendi ekmeklerini kendileri yaparlar, evleri değil açık alanları yatak belleyip geceleri yorgan diye gökyüzünü üzerlerine çekerler, kan değil gönül kardeşliğini bilirler, ant değil şarkıların sonsuzluğunda birleşirler, ırk değil renklerin farklılığından ve farklılığın hazzından demlenirler, bir bayrak değil bütün bayrakları, bir dil değil bütün dilleri, bir yurt değil bütün yurtları sahiplenir, kardeş bilir, kendilerini onlardan onları kendilerinden sayarlar.. İşte bu insanlar zenginlerin ve yöneticilerin dalavereleri, kışkırtmaları ile işsiz bırakılıyor, merkezlerden uzaklaştırılıyor, ana babalarına düşman ediliyor, çevrelerince suçlu ilan edilmeleri için her şey yapılıyordu. Bu yüzden her cephede savaşmak zorunda kalıyorlardı. Hareketli göçebe hayatlarından dolayı onlara dağlılar deniyor, ovaları sonsuza kadar kendilerinin belleyen ve kendilerini halkın çocuklarına bekleten, bakıtan zenginler ve yöneticiler ise ovaları askerleriyle, bayrakları ve silahlarıyla sonsuza kadar bizim topraklarımız diye sahipleniyorlardı. Ölüm onlar için değildi sanki evet çünkü onların bekası adına başkaları ölüyordu. Öyle olunca kendilerinin dışındaki herkesi, her sesi susturmak istiyorlardı, öldürmek istiyorlardı, eleştirileri duymak istemiyorlardı, onlar yabancılardı, onlar dış mihraklardı, onlar halk düşmanlarıydı. İşte halkı böyle kafalıyorlardı. İşte böyle bir tarihsel ortamda gerçekleşmişti Akyaka Kent Konseyinin seçim toplantısı. Seçimi hile ve hurda ile onlar kazandılar. Ama anlamadıkları şu, tabii ki başkan bir başkası olabilir, buna hiçbir zaman hayır demedi ki eski yönetim. Sorun yeni yönetimin hileyle bunu gerçekleştirme tarzı ve bunu yaparken kendilerinin Akyakalılığına sığınıp yıllardır Akyaka’da yaşadıkları, paralarını Akyaka’da harcadıkları halde Akyakanın Akyaka olmasında Akyakalı olduklarını düşünenlerden daha bile çok emek sahibi olanları yabancı ilan etmelerindeydi. İşte kötü olan buydu. Hâlbuki ne çabuk unutuyorlardı belediye başkanı da yabancı dediklerinizin oylarıyla seçilmemiş miydi? Ey Ahmet Çalca seni biz seçmedik mi biz dağlılar. Demek ki bundan sonra seni seçmeyeceğiz, seçmenlerini bu kadar kolay unutan, onları yüz geri eden bir ovalıyı seçmeyeceğiz bundan sonra demek ki, bu bütün ovalılara da ders ola. Demek bundan sonra dağlılar ovalılar olarak ayrıldık. Bu bir milat mı olacak bizler için, peki öyle olsun artık yerliler yabancılar tartışmasını ovalılar yani bağlılar ve dağlılara evirmiş bulunuyoruz. Ve çok da iyi biliyoruz ki ovalılar dağlıları her zaman düşman bellemiş, onlara terörist demişlerdir. Hâlbuki bir bilseniz dağlarda yıldızlar nasıl da parlak olur ve dağlıların inceliği hiç mi hiç benzemez ovalıların nekes nezaketine. Böyle mi konuşalım yani şimdi. Sen söyle ey öğretmen hoca. Eski başkan çekilsin de nazikçe seçimden hile ile dalavere ile seçtiğiniz yeni başkan gözlerini kapasın bu hile hurdaya ve başkanlığını kabul etsin öyle mi? Galiba öyle bundan işte dediğim nekes nezaket, düşmanınız değiliz, dağların yüceliğini görmenizi her zaman isteriz. Ve fakat bize düşmanlık edenlerle çarpışmaktan da çekinmeyiz hiçbir vakit, haberiniz ola. Birde dağlı lafını çok yakıştırıyorum kendime, bir iltifat benim için öbür yandan da bir arzunun ifadesi çünkü evet hakikaten dağlarda olmak gerçek bir lütuftur insana, yükseklerden daha geniş ufuklardan bakmak ovalara, görüş açımızı genişletmek, ruhumuzu engin ufukların şiiriyle beslemek ki tatmin bulsun ruh yücelikten, kendine yetecek kadarından fazlasını istemesin, yücelik arzusunu besleyemediğinden, tatmin edemediğinden açgözlülüklere boyun eğdirilmesin ruh, aç kaldım sanmasın, bundan korkuya kapılmasın, işte bunları dağ öğretir insana, dağ sanmayın ki her zaman safi serliktir, azlıktır, yoksulluktur, yokluktur, oranın inceliği bağlıların nekes nezaketine bundan benzemez işte!
Son kent konseyi toplantısının bomba lafı dağdan gelmişler bağdakini kovuyorlar oldu. Oradaki ruh halini hissedebilmek için görülmesi gereken bir toplantıydı. Belediye Başkanı ve adamları kılıçlarını kuşanıp gelmişlerdi. Bir hücumdu yani yaptıkları akılları sıra ve ne yazık ki tüm intikam savaşlarında olduğu gibi hilenin kokusu ve görüntüsü mide bulandırıcı ve gözleri şiddetle rahatsız ediciydi. Öyleydi, ne yazık ki! Bu savaşta halkını gönendirmeye ant içmiş başkan kimseye söz vermeyecek neredeyse. Ey halkım diyerek fırlıyor ikide bir sahneye: Sağ elini havaya kaldırarak ey halkım akan koyu kırmızı kanlarımız üzerine yemin etmek isterdim ama Azmak kirlenir o yüzden şimdilik onu bir kenara geçelim, ama maliye binasının oraya açtırdığım nefis çukur var ya ki hayırlısıyla şu savaştan alnımızın akıyla çıktığımızda oranın adını Ahmet Çalca çukuru koyacağım işte o zaman, işte o zaman bu münafıkların, bu deyyusların, bu aile düşmanlarının, temiz, düzgün, dürüst ilişkileri kendilerine bir türlü öğretemediğimiz bu dağlıların başlarını işte o Ahmet Çalca çukurunun başında keseceğiz, kanlarını oraya dökeceğiz, ey bağlılarım, ey halkım ben sizin babanızım, ben sizin babanızım diye diye atıyordu kendisini sahneye Ahmet Çalca.  Galiba bu adamın baba olma zamanı geldi de geçiyor, hep kadınların hormonlarının çocuk meselesinde çok aktif olduğu konuşulur. O zaman gelsin de görün bakın hangi değme kadın hormonlarının sesine, direncine kulak tıkayabiliyor, hah ha… ama durum pek öyle değil anlaşılan, nitekim bizim başkan acilen bir çocuk yapsa da padişahlığını devretse artık. Hakkaten padişah olacak adammış ama yanlış zamanda doğmuş ne yazık cumhuriyet pek ona göre değil nitekim, o tam bir baba olma sevdalısı ve fakat feminizmin öneminin görmezden gelinemeyecek kadar önemli olduğu şu zamanlarda bir belediye başkanının halkını kucaklama adına babalığa soyunması da çok fena halde psikanalitik bir delik olarak yamanmayı ummakta. Ve fakat artık delik yamama zamanlarını geride bıraktık. Yok artık öyle yeniden uydumculuklara göz kırpmak. Bu delik harbi bir etki yaratmak derdindeyse en güzeli onu kopuşuna bırakmak. Kopsun canına yandığımın nereden kopacaksa, mertçe olsun madem aşkta sapıklıkta.

Saliha Yazgaç

1 yorum:

  1. Efendiler köleler, sömürenler sömürülenler, ezenler ezilenler, yönetenler yönetilenler... şimdide Akyakamızın ovalılar dağlıları arasındaki öz çelişkidir bu bitmeyen kavgadır tarihin bize gösterdiği. Sorun bu kavgada nerde yer aldığımız, eh konumumuz gereğide dağlı olmamak elde değil diyelim.

    Sevgili Saliha ellerine, fikrine sağlık hertarafı ağlarla bağlı ovalının hiçbir agı-bağı olmayan dağlıyı anlaması mümkünmü desemde içimde bir dağlı ses 'birgün ağları bağları çürüyecek ve özgürleşecek ovalı' diyor

    Rahime Simpson

    YanıtlaSil