Yaklaşan yerel seçimleri bir genel seçim havasına sokmaya çalışanlar bir
yana, siyaseti yeniden dizayn etmek isteyenlerin çirkin senaryoları nedeniyle
vatandaşın aklı iyice karıştı.
Normal bir ülkede bu seçimler yapılıyor olsaydı, öyle sanıyorum olaylar
şöyle gelişirdi.
Siyasi partiler önce kendi durumlarıyla ilgili bir durum tespiti yapar,
kısa ve uzun vadeli hedefler koyarak, geleceğe yönelik planlar yaparlar.
Hangi bölgede ne tür bir seçim çalışması, hangi ilde, nasıl bir aday ve
bölgelere göre kazanma şansı olan yerler belirlenir; kimlerle, hangi kesimlerle
ittifak ve işbirliği yapılabileceğine ilişkin öngörüler saptanır.
Kuşkusuz bu hazırlıkların seçimlere üç ay kala değil, çok önceden
başlatılması gerektiği gibi, önyargısız, objektif kriterlerle değerlendirmeler
yapılması gerekir.
Ancak ülkemizde
demokrasi kültürü yerleşmediği için, geçmişte parti içi lider sultası, başkan
ve adamlarının siyasi hırs ve beklentilerine göre şekillenen adaylar,
şimdilerde büyük sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda belirleniyor
Üstelikte kazanmak için her yolu mübah gören bir zihniyet, siyaset
kurumunun her aşamasına hakim olmuşken, emek, liyakat, uzmanlık gibi değerler
tümden askıya alınıyor, parti içi demokrasi rafa kaldırılıyor.
Düşünebiliyor musunuz, bir kentin tüm sandıklarında açık ara önde olan
bir siyasi parti niye dışarıdan, başka partiden ithal aday getirme ihtiyacı
duyar?
Niye kendi örgütünden bir kişiyi böyle bir görev için hazırlamaz?
Kimin aday olması gerektiği konusunda kendi parti tabanına, örgütüne sorma ihtiyacı duymaz?
Çünkü amaçlanan,
halka hizmet, yaşanabilir bir kent yaratmak değildir.
Amaç, o bölgede
yatırım yapacak sermaye çevrelerinin çıkarlarına hizmet edecek birilerini aday
yapmak, onu seçtirmektir.
Seçim kazanma şansı olmayan bir yerde, bir siyasi partinin,
kazanabilecek oy potansiyeline ulaşmak için, o yörede etkili olan, dengeleri
değiştirme gücüne sahip birini aday göstermesini belki anlayabiliriz
Ama oy oranı
itibariyle diğer partilerden çok önde olan bir parti kendi içinden birini değil
de dışarıdan birini aday gösteriyorsa, o noktadan itibaren, rant ve çıkar
ilişkileri devreye giriyor demektir.
Kaldı ki siyasi etik, dış güçlerin desteğiyle kazanmaktansa, kendi öz
gücüyle kaybetmenin çok daha erdemli olduğunu söyler.
30 Mart seçimlerine az bir zaman kalmışken, ne yazık görüyoruz ki,
adayların projeleri, yapmak istedikleri, yapabilecekleri yerine şimdiye kadar yapamadıkları,
yaptıkları yanlışlar ve daha da acısı, özel yaşamları didikleniyor.
Nefret
söylemlerinin hakim olduğu seçim atmosferinde belgeler, kasetler, karalamalar,
suçlamalar üzerine siyaset yapılmak isteniyor.
Ne seçim barajı, ne anti demokratik siyasi partiler ve seçim yasaları,
ne de tarihimizin en büyük utancı, darbe anayasasından kurtulmak için yapılması
gereken yeni, sivil, demokratik anayasa konuşulmuyor.
Politik tutarlılık,
siyasi derinlik, ideolojik bilinç, doğruluk, dürüstlük gibi insani ve ahlaki
değerler, barış, demokrasi, eşit yurttaşlık, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü
gibi evrensel kavram ve değerler yerine, ekonomik güç, rant paylaşımındaki
kurnazlık ve pazarlık becerileri öne çıkıyor.
Siyasi partiler aday seçmiyorlar, adaylar kendilerine parti seçiyorlar.
Daha doğrusu egemen güçler adayları partilere yerleştiriyor.
Parti içerisindeki güç ve koltuklarını sağlamlaştırma adına liderlerde
bu tür oynak adaylara itibar ediyor, hatta kendilerini onlara mecbur
hissediyorlar.
Daha doğrusu büyük sermaye çevrelerinin siyaseti yeniden dizayn etme amaçlarını
görmezden geliyor ya da kendi çıkar ve ikballeri uğruna işbirliğine razı
oluyorlar.
Durum böyle olunca, orta yerde bir kurmaca oyun oynanıyor. Oyunu
yönetenler, esas oğlanlar, senaryo ve hatta seyirciler bile önceden belli,
bizlere de senaryoyu bile görmeden figüranlık yapmak düşüyor.
Ben kendi adıma, ne
bu oyunu izlemek, ne de figüran olmak istemiyorum.
Yaşadığım kenti yönetmek isteyenler, benim istek ve görüşlerimi dikkate
almıyor, karar alma ve uygulama süreçlerinde beni yok sayıyor ve sonuçta kendi
egemenlik alanlarını oluşturuyorlarsa ve tüm bunları da büyük sermaye
çevrelerinin telkin ve talimatlarıyla yapıyorlarsa ben bu oyunun içinde olmak
istemiyorum.
Yerel değil,
yerinden yönetim ilkelerini yaşama geçirmek, başkana odaklı değil, hizmet ve
insan odaklı, katılımcılığı öne çıkaran bir yönetim anlayışını egemen kılmak
için mücadele etmek varken, siyaset baronlarının sahneye koyduğu oyunun parçası
olmak istemiyorum.
AYHAN ONGUN (Gazeteci-Yazar)
11.02.2014/BODRUM